Tuesday, December 5, 2017

Tanıştırayım: PDO ve TSL'de 14.hafta itibariyle PDO-puan ilişkileri

Bu yazı için gereken veriyi bir süredir toplamaktaydım ancak yazmak için beklemem gerekiyordu. İki sebepten gerekiyordu: Birincisi, tanımını birazdan yapacağım veri her takımın karşılaştığı rakip sayısı arttıkça anlam kazanıyor. Bu bakımdan bugün itibariyle Aralık sonunda olacağı kadar anlamlı değil. Ama gene de anlamsız hiç değil ve sonuçta bunu bir tanıştırma yazısı olarak tasarlamıştım. Verinin şu anki hali bir tanıştırma için gayet müsait. İkincisi, bir süre önce Opta'dan gol beklentisi verilerini alabileceğimi umuyordum ama kısa süre önce öğrendiğim üzere bu biraz fazla iyimser bir umuttu. (Gol beklentisinin ne olduğunu merak ediyorsanız Futbolist'teki 1 Aralık 2017 tarihli yazıma ya da bu makaleye bakabilirsiniz.) 

Tanıştırmak istediğim verinin adı PDO. PDO hiçbir şeyin kısaltması değil. Orijinal olarak bir buz hokeyi verisi ve adını mucidi olan Brian King'in bir forumda kullandığı takma isimden alıyor. PDO'nun hesaplanması şöyle: PDO = Sv% + Sh%. Sv% (kurtarış yüzdesi) bir takımın kalesini bulan şutların kurtarılma yüzdesi. Örneğin kaleyi bulan 100 şuttan 40'ı gol olmuşsa, Sv% = %60. Sh% (gol yüzdesi) bir takımın rakip kaleye attığı isabetli şutların gol olma yüzdesi. Örneğin rakip kaleyi bulan 100 şuttan 35'i gol olmuşsa Sh% = %35. Bahsi geçen örnek takımın PDO'su ise %60 + %35 = %95, ya da 0.95'tir. Şutları çeken ve kurtaran takımlar ligdeki takımların tamamını oluşturduğu için 17. hafta sonunda ligin PDO ortalaması 1.000 olacaktır. (Şu anda da 0.988 civarında) Önceki yazılarımda yaptığım gibi, penaltıları ve takımların kendi kalesine attığı golleri verilerden hariç tuttum.

Grafikleri değerlendirmeden önce bir tespit yapmam gerek. Tek bakışta PDO'nun takımların hücum ve savunmadaki kalitelerini göstermek için gol beklentisi kadar iyi bir rehber olduğunu düşünmüyorum. Çünkü gol beklentisine kıyasla iki temel kusuru var. Birincisi bütün şutları eşit kalitede değerlendirmesi, ikincisi bir hücum metriği ile bir savunma metriğini birbiriyle ilişkilyimiş gibi değerlendirmesi. Ancak dikkat edin; tek bakışta dedim. Eğer takımların şut kalitelerine bakarsak ve kurtarış / gol yüzdelerini ayrı ayrı incelersek, bu iki kusurun bizi yanlış çıkarımlara götürmesini bir nebze engelleyebiliriz. İkinci sekmedeki grafiği eklememin sebebi budur. Şut kalitesine gelince, buna gol beklentisi verisi olmadan yorum getirmek çok zor. Ne olursa olsun, takımların çektiği şutların kaliteleri konusunda izlediğimiz maçlar ve şut lokasyonları üzerinden yorum yapma hakkımız bakidir. Takımların çektiği ve rakiplerine çektirdiği şutların altıpas, ceza sahası içi ve ceza sahası dışı kırılımlı olarak yüzde cinsinden dağılımının grafiklerini de bu bağlamda ekledim.

Birinci grafikteki sekmelerden birincisinde takımların PDO'ları ve puanları arasındaki ilişkiyi, ikincisinde ise Sv% ve Sh%, yani kurtarış ve gol yüzdesi değerlerini görebilirsiniz. İkinci grafikteki sekmelerden birincisinde takımların çektiği şutları, ikincisinde ise rakiplerinin onlara çektiği şutları görebilirsiniz. (Tableau grafiklerini sekmeli olarak göstermeyi iki ay sonunda çözmüş bulunuyorum!) Her zaman olduğu gibi takımların üzerine gelerek değer detaylarını inceleyebilirsiniz.




İlk grafikte en çok dikkatimi çeken takımlardan birisi Bursaspor. Lig ortalamasının epey üstünde kurtarış ve gol yüzdelerinden beslenen PDO'ları sadece Başakşehir'inkinden daha düşük. Kendi çektikleri şutların lokasyonları gol yüzdelerini açıklamada pek faydalı değil çünkü her üç alanda da lig ortalamasına yakın değerlere sahipler. 14. haftada ulaştıkları 27 golün rastlantı veya rakip hataları ile izah edilebilecek ciddi bir payı olduğunu düşünüyorum. (Bkz: Antalyaspor maçı ve duran toptan buldukları 7 gol) Ancak rakiplerine çektirdikleri şutları ceza sahası dışında tutma konusunda Trabzonspor ve Beşiktaş ile ligin en mahir üç takımından biri konumundalar. Kalelerinde gördükleri gol sayısı da ligin en düşük 3. rakamı. Le Guen yönetiminde disiplinli ve organize bir savunma icra eden Bursaspor topu rakibine bırakmaktan hiç çekinmiyor. Ayrıca en az faul yapan takım olmaları duran top savunma gereksinimlerini de azaltıyor. Bu bakımdan kurtarış yüzdelerinin beni gol yüzdelerine göre çok daha az şaşırttığını söylemeliyim. 

Eğilim çizgisinin altındaki takımlardan en göze çarpanı Konyaspor. Kurtarış yüzdesinde Beşiktaş'tan sonra en iyi takım. (Ki 10. hafta itibariyle rakip şut verileri yazımda fena bir savunma takımı olmadıklarını tespit etmiştim.) Kaleyi bulan şutlarını gole çevirme konusunda ise Karabükspor'dan sonraki en kötü takım. Çektikleri şutların lokasyon dağılımı bu durumun çok da şaşırtıcı olmadığını gösteriyor. Şutların gol olma ihtimalinin kaleden uzaklaştıkça azaldığını göz önünde bulundurursak, penaltısız maç başına neredeyse bir gol atmış olmaları bile oldukça başarılı. Skubic ve Fofana'nın sakatlanmamasını umuyorlardır tahminimce. Devre arasında en az bir forvet ve bir top tutabilen orta saha oyuncusu transfer etmezlerse ligde kalmaları çok zor gözüküyor.

Eğilim çizgisine göre beklenenden fazla puan toplamış takımlardan ise Galatasaray dikkat çekiyor. Hem kurtarış hem de gol yüzdesinde ortalamaya oldukça yakın olan Aslan ligin ilk 9 haftasında topladığı 23 puanın kredisini son haftalarda bir hayli tüketti. 9 hafta sonunda yazdığım yazımın ilk kısmında Galatasaray ve Bursaspor'un şut lokasyonlarına kıyasla olağanüstü gözüken gol performanslarının ortalamaya doğru yaklaşacağını öngörmüştüm. Zira Galatasaray hala altıpastan şut çekme oranı konusunda ligin en kötü takımlarından. Gomis ve Tolga'nın da artık deyim yerindeyse vurdukları gol olmuyor; zaten Tolga bir süredir oynamıyor. Kurtarış yüzdelerindeki düşüş ise bana kalırsa Tudor'un marifeti. Topa sahip olma oranları ve hücum güçleri nedeniyle son haftalara kadar rakiplerini kalelerine fazla yaklaştırmadılar. Ancak Tudor'un savunma hattında maçlar arası ve maç içlerinde yaptığı değişiklikler özellikle Başakşehir maçında takımın kurtarış yüzdesini bir hayli aşağı çekti. Beşiktaş kale önünde biraz becerikli olsaydı Galatasaray'ın bugünkü kurtarış yüzdesi %60'a daha da yakın olabilirdi. 

Ligin ilk yarısının bitimiyle PDO - Puan ilişkilerine tekrar göz atacağım. Bugünkü tabloda sıradışı gözüken Trabzonspor ve Göztepe'ye de dikkat edeceğim. İlerleyen haftalarda Galatasaray'ın puan Konyaspor'un ise PDO olarak düşüşe geçerek; Giuliano'nun doğru mevkide oynamaya başladığı Fenerbahçe'nin ise PDO'sunu yükselterek eğilim çizgisine yaklaşacaklarını öngörüyorum. PDO ile puan arasındaki şu anda 0.6 olan korelasyonun zamanla 0.7-0.8 bandına ilerlemesi beni şaşırtmaz.

Friday, November 24, 2017

TSL ve 5 büyük ligdeki takımların orta yapma eğilimleri üzerine

(Bu yazıdaki grafikler telefonda çok iyi gözükmeyebilir)

Bu yazımda beş büyük ligdeki ve Türkiye'deki takımların orta yapmaya ne sıklıkta başvurduğunu incelemeyi amaçladım. Yazıyı yazmadan önceki tezim şuydu: Orta yapmaya daha az başvuran takımlar liglerin üst sıralarında yer alıyordur. Biraz da bunu test etmek istedim. Beni buna ne sevk etti derseniz iki maçtan bahsedebilirim. Birincisi Ancelotti'nin kovulmasıyla sonuçlanan PSG - Bayern maçı. O maçta Bayern 52 orta denemişti. İkincisi geçen hafta oynanan Beşiktaş - Akhisar maçı. O maçta da Beşiktaş 46 orta denemişti. İki maçta da bu takımlar hücum kısırlığını ortalara abanarak gidermeye çalışmış ama gene de gol atamamıştı.

Bunu yaparken WhoScored'dan edindiğim maç başına orta verilerini takımların topa sahip olma oranlarına göre normalize ettim. StatsBomb'dan Ted Knutson birkaç yıldır oyuncu radarlarında "Possession Adjusted" kısaltmasıyla (PAdj) bu şekilde normalize edilmiş verilere yer veriyor. Temel olarak bu normalizasyonun amacı takım (veya oyuncu) verilerinden takımların topa sahip olma oranlarının etkisinin çıkarılmasıdır. Örnek olarak topa %65 oranında sahip olan bir takımın savunma oyuncularının maç başına yaptığı defansif aksiyon sayıları doğal olarak topu çoğunlukla rakibe bırakan bir takımın savunma oyuncularına göre daha düşük olacaktır. Ya da topa sadece %35 oranında sahip olan bir takım %65 oranında sahip olan bir takım kadar hücum aksiyonuna giremeyecektir. Normalizasyon bu durumu dengeleycek bir işlem olarak kullanılıyor. Herkes topa eşit derecede sahip olsaydı rakamlar ne olurdu gibi düşünün. Bu yazının devamında maç başına orta sayısı dediğim zaman hep bu normalize edilmiş değerlerden bahsediyor olacağım.

Aşağıdaki grafikteki dikey eksende maç başına orta değerleri bulunuyor. (Eksenin ismindeki * normalizasyonu temsil ediyor.) Yatay eksende ise takımların maç başına orta sayılarının maç başına kısa pas sayılarına olan oranı yüzde cinsinden bulunuyor. Son olarak; liglerinde ilk 5 sırada bulunan takımları yeşil, 15. sıradan düşük sırada bulunan takımları kırmızı noktalar temsil ediyor. Aradaki sıradaki takımlar ise gri. Bütün takımların üzerine mouse ile gelerek adlarını, liglerini ve ligdeki konumlarını görebilirsiniz.


Hemen göze çarpan şu: Maç başına orta sayısı ve orta / kısa pas oranı düşük takımların bulunduğu sol alt çeyrek liglerin üst sıralarındaki takımların çoğunu barındırıyor. Bu iki baremde ortalama üstünde kalan sağ üst çeyrek ise liglerin en alt sıralarındaki takımların çoğunu içinde bulunduruyor. Bu beni hiçbir şekilde "orta yapmak kötüdür" gibi mutlak bir çıkarıma sevk etmiyor. Ancak ortaların çoğunun isabetsiz olduğunu göz önünde bulundurusak orta yapmanın hücum aksiyonunu devam ettirmekten çok top kaybına giden bir tercih olduğunu kabul edebiliriz. Benim bildiğim kadarıyla futbolda ortaların isabetli olma ortalaması %15-20 civarındadır. Adriano ve Caner'in oyun tarzı farklarının bu istatistik üzerinden Beşiktaş'ta yaratmış olabileceği etkiye birkaç hafta önce değinmiştim.

Buna rağmen ortalamanın üstünde hatta bir hayli üstünde orta yapmaya başvuran takımların da liglerin üst sıralarında yer alabildiğini görüyoruz. Örneğin Man United, Nantes, Inter ve Kayserispor. Bu takımların ortak bir özelliği isabetsiz ortalardan seken toplara sahip olmalarına fayda sağlayan orta saha ve forvet oyuncuları olması. United'da Lukaku, Pogba, Fellaini ve Herrera, Nantes'da Abdoulaye Toure, Girotto ve Khrin, Inter'de Gagliardini, Vecino, Perisic, Kayserispor'da ise Şamil, Badji ve Umut bu özelliği kuvvetli olan futbolcular. 

Avrupa'nın en elit takımları olan Man City, PSG, Napoli, Barcelona ve Bayern'in sol alt çeyrekte yer alması şaşırtıcı değil. Hepsi ceza sahasına ağırlıklı olarak dripling veya pasla girmeyi tercih ediyorlar. Bu takımlarda zaten orta dediğimiz şey farklı bir anlam kazanıyor. Çünkü ortaları kullanan oyuncular DeBruyne, Kimmich, James, Di Maria, Neymar, Insigne, Rakitic ve benzerleri. Bunların hepsi teknik kapasiteleri ve topu istediği yere atma kabiliyetleri çok kuvvetli oyuncular. Kaldı ki özellikle City, Napoli ve Barcelona'nın yaptığı ortalar ortadan çok yerden sert paslar. Örneğin Beşiktaş'ta Caner'in orta sahaya yakın bölgelerden ceza sahasına gönderdiği havadan toplar bu takımların oyununda yer almıyor. 

Bu elit takımlar kadar düşük oranda orta yapmayı tercih eden Nice ve Las Palmas grafikteki en enteresan takımlar bana kalırsa. Las Palmas'ın ligdeki başarıslığı 13 maçta sadece 8 gol atmalarına sebep olan bir hücum kısırlığından kaynaklanıyor. Nice 15 gol ile bu konuda ligin vasat takımları arasına girmeyi başarmış olsa da bunların dördünü hiç beklenmedik bir şekilde Monaco'ya attıklarını ve kalan on iki maçta maç başına bir golün altına düştüklerini unutmamak gerek. Tabi bir de işin savunma yanı var. Las Palmas ve Nice sırayla liglerinin en fazla gol yiyen birinci ve üçüncü takımları.

Kısacası ben kalabalık içine yapılan havadan ortaları sevmiyorum. Bu şekilde hücum bana biraz son çareymiş gibi geliyor. Sanırım sevmemekte de haklıyım...


Tuesday, November 7, 2017

TSL'de takımların galip, mağlup ve berabere geçirdiği süreler

11. hafta sonu itibariyle ligde her takım 990 dakika oynadı. Aşağıdaki grafiklerde bu süreyi ne oranda galip, berabere ve önde geçirdiklerini görmek mümkün.


Zamanının yarısından çoğunu mağlup geçiren tek takım Osmanlıspor. Toplam zamanın en büyük dilimini galip durumda geçiren dört takım var: Sırayla Galatasaray, Başakşehir, Fenerbahçe ve Beşiktaş.

2012/13 - 2017/18 sezonları arası TSL'de görev alan teknik direktörler

Bugün TSL'de oynayan 18 takımın son beş sezon içinde TSL'de yer aldığı tüm zamanlarda ve 17/18 sezonunda  toplam 114 farklı teknik direktör dönemi olmuş. Aşağıdaki grafikte dairelerin büyüklüğü ile teknik direktörlerin takımlarının başında sahaya çıktığı maç sayılarını ilişkilendirdim. Verileri aldığım Transfermarkt'ta geçici teknik direktörler ve teknik direktörlerin cezalı olduğu haftalar toplamlara yansıtılmamıştı. Göztepe araştırmama dahil ettiğim dönemde ilk kez bu sezon TSL'de yer aldığı ve hala başladığı teknik direktörle devam ettiği için grafiğe katmadım.

Grafiğe dahil edilen zaman dilimi süresince bir teknik direktörün takımı başında sahaya çıktığı maç ortalaması 21. Teknik direktör değiştirme rekoru on dört farklı dönemle Gençlerbirliği'ne ait. Teknik direktör başına en fazla TSL maçı oynayan takım ise 59 maç ile Beşiktaş. Fenerbahçe her sezona yeni teknik direktör ile başlayıp sezon sonuna kadar devam etme konusunda en istikrarlı takım olmuş. Bakalım bu böyle devam edecek mi?

Monday, November 6, 2017

TSL'de 11. hafta itibariyle şutör verileri

11. hafta itibariyle ligin 90 dakika başına en çok isabetli şut çeken 30 futbolcusunu kaleyi tutturma ve kaleyi tutturduğu zaman gol atma başarısına göre kıyasladım. Atılan gollere penaltılar dahil değildir. En az 5 maça çıkmış ve 450 dakika oynamış oyuncular dahil edilmiştir. 


Delarge ve Khalili'nin iki ekstremi teşkil ettiğini görüyoruz. Khalili kaleyi affetmiyor ama kolay kolay tabelayı değiştiremiyor; Delarge ise kaleyi bir tutturdu mu tabela büyük ihtimalle değişiyor. Hem isabetli şut atma hem de bunlardan gol çıkarma konusunda ortalamadan olumlu yönde en uzak futbolculardan biri Tolga diğeri de Jahovic. Zaten ikisi de şimdiye dek beklentilerin çok ötesinde, sürdürülebilmesi zor performanslar gösterdiler. Fenerbahçe'nin 11 hafta bitmişken ligin düzenli oynayanlar içinde 90 dakika başına en çok isabetli şut çeken 30 futbolcusu arasına sadece Valbuena'yı sokabilmiş olması işlerin yolunda gitmediğinin bir göstergesi olmalı. Beşiktaş'ın 9. hafta itibariyle geçerli olan hücum verimsizliğinin oyuncu bazındakı yansımasını bu grafikte görmek mümkün.

Son olarak enteresan sayılabilecek bir bulgu: Bu tablodaki futbolcuların kaleyi bulma yüzdesinin lig genelinden yaklaşık %13 daha yüksek olduğunu görüyoruz. Ancak aynı futbolcuların kaleyi bulan şutlarının gol olma ortalaması lig geneli ortalamasından yaklaşık %4 daha düşük. Diğer bir deyişle şu ana dek ligin en iyi nişancıları sadece kaleyi bulmak konusunda ligin geri kalanından daha mahir olabilmiş. Bu cümleyi kuramayacağımız bir hafta eninde sonunda gelir diye tahmin ediyorum. Çünkü bu yazının konusu oyuncu bazlı istatistik takım bazlı istatistiğe göre daha fazla iniş çıkış gösterecektir.

Friday, November 3, 2017

TSL'de 10. hafta itibariyle rakip şutları verileri

Önceki hafta yayınladığım yazımda ligdeki takımların 9. hafta itibariyle elde ettiği şut istatistiklerini iki kıstasta ele almıştım: Toplam şut ve gol sayıları ile şutların kaleyi bulma oranı ve kaleyi bulan şutların gol olma oranı. İlk kıstas takımlarının hücum gücünü hacim üzerinden ifade ediyordu; ikincisi ise yapılan hücumların verimliliği üzerinden. 

Bu yazımda ise aynı kıstasları 10. hafta itibariyle takımların rakiplerine tanıdığı şut imkanlarına uyarlayarak savunma güçlerini ifade etmeyi amaçladım. İlk iki grafik her takımın karşılaştığı rakiplerine yukarıdaki iki kıstas çerçevesinde verdiği hücum imkanlarını gösteriyor. Üçüncü grafik karşılaşılan rakiplerin ceza sahası içinden şut çekme oranı ile tüm şutların kaleyi bulma ve gol olma oranları arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Geçen yazımda yaptığım gibi geride kalan iki sezonun istatistiklerini de kıyaslama imkanı sağlaması açısından görselleştirmek isterdim. Ancak veri kaynağım olan WhoScored'dan bu verileri almak çok zamanımı alacağından dürüst olmak gerekirse üşendim. Penaltılar şutlara ve gollere dahil edilmemiştir.

Rakiplerin çektiği şut ve attığı gol sayıları:


Rakip şutların kaleyi bulma oranı ve kaleyi bulan rakip şutların gol olma oranı:


Rakip şutlarının ceza sahası içinden çekilme oranı ile şut verimlilikleri arasındaki ilişkiler:

Üç grafikte de en çarpıcı takımlardan biri Antalyaspor. Rakipleri lig ortalaması olan yaklaşık %12'lik şut-gol oranından %3,5 daha yüksek oranla Antalyaspor'a gol atmış. Aslında rakiplerinin çektiği şut sayısı bakımından lig ortalamasındalar. Rakiplerine ceza sahası içinden şut çektirme konusunda da lig ortalamasında sayılırlar. Rakip şutlarının kalelerini bulması oranında ise ortalamaya göre gayet iyi konumdalar. Ancak ve ancak kalelerini bulan her iki şuttan biri gol olmuş! Bu şimdiye dek rastladığım en ekstrem istatistiklerden biri. Öncelikle on maçın altısında kalede olan Boffin kötü bir kaleci değil. Aksine Malatyapsor ve Akhisar maçlarında son derece zor kurtarışlar yaptı örneğin. Kasımpaşa'nın ilk golünde bir hatası var o kadar. Ferhat Kaplan ise yediği 6 golün ikisinde (Hakan Arslan'ın üçüncü ve Umut Bulut'un golleri) büyük hatası var. Ama gerçek şu: Antalyaspor rakiplerine o kadar iyi şut imkanları veriyor ki kalelerinde değil Boffin Buffon bile olsaydı durumları pek farklı olmayacaktı. Birkaç örnek için bkz. Kayseri, Bursaspor ve Sivasspor maçlarındaki goller. (Bu arada yıllardır online üyelik ücretini artırıp sağladığı görüntü kalitesinde tek adım ilerleme ihtiyacı görmeyen eski adıyla LigTV yeni adıyla BeinSports'a saygılarımı sunarım)

Dikkat çeken başka bir takım Karabükspor. Lig ortalamasına kıyasla rakiplerine az çektiriyorlar. Ama çektirdikleri şutlar %40'a yakın ihtimalle kaleyi buluyor, kaleyi bulanlar da%40'a yakın ihtimalle gol oluyor. Onlar da Antalyaspor gibi verdi mi çok fena pozisyon vermekten mustarip. Mesela Osmanlıspor maçında Serdar Gürler'in ilk golü. (Bein Sports spikeri bu gole hazırlanış bakımından güzel diyor ama aslında yeniş bakımından korkunç bir gol) Ayrıca gene benzer şekilde duran top savunmalarında sorun yaşıyorlar. Mesela Yalçın'ın Malatya'yı kornerden 1-0 öne geçirirken 1 metre yakınında kimsenin olmaması. Bu arada çok merak ediyorum koca ülkede şu pozisyonu Gaman'dan daha iyi savunacak bir tane futbolcu yok mu? Adem'e 3 kere dönüp bakıp gene de vurmasına izin verebilecek şekilde topla alakası olmayan bir yere kayması muhteşem gerçekten. Alanya maçında yedikleri gol ise tehlikeli noktalarda topa müdahale konusundaki savunma zaaflarının en net göstergesi.

Başakşehir'in şimdiye kadarki savunma performansı da sıradışı. Ceza sahası içinden %60'a yakın bir oranla şut çektiriyorlar. Ne var ki bunların kaleyi bulma, kaleyi bulanların da gol olma oranları o kadar düşük ki Beşiktaş ve Galatasaray ile birlikte ligin en az gol yiyen takımları arasında yer almayı başarıyorlar. Bunun oynadıkları rakiplerin performansı ile ilgili olup olmadığı tartışmaya açık. Örneğin Kadıköy'deki maçta Fenerbahçe ceza sahası içinden korkunç bir şut performansı sergileyip dokuz şutun sadece ikisinde isabet bulabilmişti. Benzer şekilde Göztepe on üç ceza sahası içi şutundan sadece üç isabet ve sıfır gol çıkarabilmişti. Yedikleri penaltı olmayan on golden üçü ceza sahası dışından ki bu oldukça yüksek bir oran olsa gerek diye düşünüyorum.

Son olarak Konyaspor'a değinmek lazım. Ligdeki toplam gol sayısına attığı ve yediğiyle en az katkı yapan takım. Aslında iyi bir savunma takımı görüntüsündeler. Ancak iyi savunduklarından çok daha kötü hücum ettiklerini 9. hafta şut verilerinden görebiliyoruz. Maçlarını çok fazla kişinin izlediğini tahmin etmiyorum. Aykut Kocaman'dan daha da sıkıcıları varmış demek ki....

Monday, October 30, 2017

U23 oyuncuların aldıkları süreler ve gol - asist katkıları

2013'ün Aralık ayında Avrupa'nın önde gelen ligleri ile Türkiye ligindeki 23 yaş altı futbolcuların toplam süreden aldıkları dakika ile gol ve asistlere katkı paylarını paylaşmıştım. Bugün o günkü konumumuzdan az da olsa geriye gitmeyi başarmış durumdayız. 29 Ekim 2017 itibariyle bu sezon için 23 yaş altı oyuncuların paylarını aşağıdaki tablolarda görebilirsiniz. İkinci tabloda yalnızca liglerdeki yerli oyuncuları baz aldım. Veriler Transfermarkt ve Whoscored'dan alınmıştır.




Türkiye'nin korkunç rakamları dışında Belçika'da tüm U23 oyuncular ile yerli U23 oyuncuların aldığı süre arasındaki yaklaşık 3/1'lik oran dikkat çekici. Portekiz'deki U23'lerin ligdeki toplam sürenin neredeyse yarısını oynamış olması da enteresan. 

Kısacası sevgili TFF, yabancı kuralı değişikliklerine devam; bayağı işe yaramış gözüküyorlar!

Ekleme: Bu yazıyı hazırlarken Ozan Tufan bir gol bir asist yaptı iyi mi? Neyse yüzdeler kımıldamıyor...

Thursday, October 26, 2017

TSL'de 9.hafta itibariyle şut verileri

Bir önceki yazımın ilk kısmında şutların lokasyonları ve gol olma oranları ile ilgili bazı verileri yayınlamıştım. Bu sefer takımların salt ve kaleyi bulan şutlar bazında gol atma becerilerini lig ortalamasına kıyasla dört dilime bölünmüş grafiklerde göstermek istedim. Her iki görselde kullanılan verilerde penaltıdan atılan ve rakiplerin kendi kalelerine attığı golleri hariç tuttum. 

İlk tabloda takımları şut ve gol sayılarının lig ortalamalarına mesafesine göre yerleştirdim. 




İkinci tabloda takımları kaleyi bulan şut yüzdelerinin ve bu şutların gol olma yüzdelerinin lig ortalamasına mesafesine göre yerleştirdim.




Geçtiğimiz iki sezonda bu iki tablo aşağıdaki gibi oluşmuştu...

Salt sayılar:





Yüzdeler:



Şampiyon adaylarından Beşiktaş'ın bu sezonu ile geçen iki sezonu arasında ciddi farklar var. İleride Beşiktaş'ın bu sezonki durumuna şimdiye dek karşılaşılan rakip güçlerinin sebep olmuş olabilme ihtimalini değerlendireceğim. Ancak bundan sonraki yazımda yukarıdaki metrikleri takımların oynadığı rakiplerinin çektiği şutlar nezninde değerlendirip defansif bir metrik olarak inceleyeceğim.

Not: Bu benim ilk Tableau deneyimimdi. Kullanması son derece keyifliydi. Daha iyi bir sunum biçimi için öneri ve yorumlarınız varsa lütfen paylaşın. Tüm veriler whoscored'dan alınmıştır.

Düzeltme: Tüm grafiklerdeki şut adetlerinden penaltılar düşülmüştür.

Tuesday, October 17, 2017

Beşiktaş'ta neyin değiştiğine dair basit bir tez

2017/18 sezonunun aşağı yukarı ilk çeyreği biterken Beşiktaş 10 puan kaybetti. Gelecek adına bundan çok endişe veren ise hiçbir maçı üç gol atarak kazanamaması ve kazandığı maçlarda bile ikna edici bir futbol oynamaması oldu. Hem Beşiktaş'ın futbolundaki gözle görülür kötüleşmeye hem de Galatasaray ile arasındaki 8 puan farka sebep vermiş olabilecek bazı etkenlere değinmek isterim.

Şut Lokasyonları - Gol / Şut Oranları




Yukarıdaki grafikler her takım için sırasıyla şu soruları yanıtlamaktadır: Penaltı olmayan şutlar yüzde kaç oranla gol olmuşlar? Şutların yüzde kaçı ceza sahası dışından ve altıpastan ve ceza sahası içinden çekilmiş?  (Ceza sahası içinden çekilen şutlara altıpastan çekilen şutlar dahil değildir. Atılan gollere KK goller dahil değildir.) Bu grafiklerden anlaşılıyor ki:

  • Özellikle Bursaspor ve Galatasaray penaltı olmayan şutlarını lig ortalamasının çok üstünde bir oranda  gole çevirmişler. 
  • Beşiktaş penaltı olmayan şutlarını gole çevirme konusunda ligin en kötü dört takımından biri olmuş.
  • Galatasaray ceza sahası içinden en yüksek oranda şut çeken takım olmuş. Bu mutlaka yüksek gol / şut oranlarına yansımıştır. Bursaspor'un anormal gol / şut oranını ise şut lokasyonları yüzdeleri üzerinden açıklamak zor çünkü hiçbirinde lig ortalamasından fark yaratacak kadar uzakta değiller.
  • Beşiktaş hiçbir şut lokasyonu yüzdesinde lig ortalamasından şut / gol oranında olduğu kadar uzakta değil. Ve hepsinde ortalamanın şut / gol oranını olumlu etkilemesini bekleyeceğimiz tarafında yer alıyor. (CS içi ve altıpasta daha çok, CS dışında daha az şut)
Takımların bu şut lokasyonlarından nasıl bir yüzdeyle gol çıkardıklarına bakalım:

Burada Galatasaray ve Beşiktaş ile arasındaki gol sayısı farkını daha iyi açıklayan bir durum göze çarpıyor. Beşiktaş ceza sahası içinden çektiği şutların sadece %6.56'sını gole çevirebilmiş ve bu konuda ligin en başarısız takımı olmuş. Şampiyon olduğu iki sezonda bu rakamlar %17.9 (2016/17) ve %17.1 (2015/16) idi.

Bu arada Bursaspor'un gol / şut oranında etkili olanın ceza sahası içinden çektikleri şut yüzdesinden ziyade bunları gole dönüştürme konusundaki sıradışı başarıları olduğunu da anlayabiliyoruz.

Bu ortalamaların zaman geçtikçe ekstremleri lig ortalamasına biraz yaklaştıran bir trend izleyeceğini tahmin etmek güç değil. Şu anki durum Beşiktaş'ın oyun zayıflığının bir göstergesi olabilir. Bu zayıflığın neden ortaya çıktığını ise saha içinde olanlarla açıklamaya çalışmak gerek...

Caner - Adriano (Orta - Pas) Farkı

Caner ve Adriano birbirinden çok farklı sol bek tipleri. Ersun Yanal'ın ceza sahası ve çevresini bombardımana tutan Fenerbahçesi'nde çok önemli bir parçasıydı Caner. Beşiktaş'ın Oğuzhan - Atiba ve bekler paslaşması ile rakibin presini etkisiz kılıp oyunu karşı alana yıkma planında ise Adriano kadar katkı sağlayamıyor. Bunun ötesinde Caner orta yapmaya da çok meyilli bir oyuncu. Orta futboldaki hücum aksiyonları içinde ceza sahasına topu göndermenin en verimsiz ve zararlı yoludur. Quaresma ve Caner'in beraber oynadığı anlarda Beşiktaş'ın atak kalitesinin bir hayli azaldığını ve takımın genellikle isabetsiz olan ortalardan doğan rakip ataklarıyla uğraşmak için geri koşmak zorunda kaldığını bu sezon pek çok kez izledik. 

İsabetsiz kısa pas, isabetsiz orta ve top kaybı kriterlerinde Adriano'nun geçen sezonki ve Caner'in şu ana kadarki performanslarını lig geneline oranla kıyaslamak adına aşağıdaki tabloları kullandım. Adriano'nun bulunduğu listeleri artana, Caner'in bulunduğu listeleri ise azalana göre sıraladım. Çünkü Adriano bu kötü istatistiklerin tümünde sonlarda Caner ise başlarda yer alıyor. (Tüm rakamlar 90 dakika başınadır; yanıltıcı derecede aykırı rakamları filtrelemek için bu sezon en az 5 geçen sezon en az 20 maç yapan oyuncuları seçtim)


İsabetsiz Kısa Pas




İsabetsiz Orta



Top Kaybı (Çalım denemeleri hariç)






90 dakika başına isabetsiz pas listelerindeki isabetli pas adetlerine de (AccSP sütunu) dikkat çekmek isterim. Geçtiğimiz sezon Adriano en yüksek isabetle kısa pas veren sol beklerden biriydi. Bu sezon ise Beşiktaş'ta Caner'den daha düşük yüzdeli pas veren sadece dört oyuncu var. Bunlardan sadece Lens'in ortalaması alışılagelmişin çok altında. Bir orta saha virtüozü! Necip, forvet Negredo ve kaleci Fabri'nin ortalamalarının düşük olmasında şaşırtıcı birşey yok.




Adriano'nun sol bekte (ve dolayısıyla Gökhan Gönül'ün sağ bekte) tekrar düzenli şekilde başlamasının ne kadar önemli olduğunu 2017/18'in ilk çeyreği ile 2016/17'deki hakim bek performansları örneği üzerinden anlamak mümkün. Adriano - Caner değişikliğinin ardından Beşiktaş'ın özellikle lig performanslarında ciddi bir düzelme olacağını düşünüyorum. 

Son bir not da gelecek üzerine... Yaşlanmakta olan kadrosunu yenilemek Beşiktaş'ın gelecek transfer dönemlerindeki en büyük önceliği olmalı. Sağ bek için adayım Ruben Aguilar. Hem son dört sezon baz alındığında Avrupa'nın 30 liginde en iyi pas yapan 5 bekten biri, hem de Montpellier'in PSG ve Monaco karşısında aldığı beraberliklerde 90 dakika sahada kaldı. Hem de ucuz...


Bütün istatistikler WhoScored'dan alınmıştır. 




Wednesday, October 11, 2017

Bizim Das Reboot'umuz

Bizi Eskişehir'de yenip grubumuzu lider bitiren İzlanda'nın ilk başarısı değil bu. Dünya Kupası'na katılmaya hak kazanan en düşük nüfuslu ülke olarak tarihteki yerini alan ve 2016 Avrupa Şampiyonası'nda çeyrek final oynayan bu küçük ada ülkesi 2014 Dünya Kupası elemeleri grubunu Slovenya'nın üstünde bitirip play-off'a kalarak futbolseverlerin dikkatini çekmişti. Belki Hırvatlar onlara bir boy büyük gelmişti o gün ama sonraki elemelerde alacakları başarıların tesadüf olmayacağının sinyallerini veriyorlardı. 2013'ün sonbaharında dinlediğim bir Football Weekly podcast'ında röportaj yapılan İzlandalı bir yetkili bu küçücük ülkenin nasıl bir futbol ülkesi haline geldiğini anlatırken söze iklimden girmişti. "Biliyorsunuz bizim ülkemiz çok soğuk. Yılın büyük bölümünde sahaların üstü buz kaplı oluyordu; yaz aylarında ise eriyen buzlardan sahalar çamura dönüyordu. Sorunu buradan çözmeye karar verdik ve profesyonel - amatör farketmeksizin ülkedeki tüm futbol sahalarını bu iklim koşullarında hizmet verebilecek hale getirdik." Konuşmasının devamında bu sayede çok daha fazla futbolcu adayına kendini gösterme ve geliştirme şansı doğduğunu, Avrupa'daki örnek ülkelerin yolundan giderek inşa ettikleri altyapı sistemlerinin de yavaş yavaş meyve verdiğini anlatıyordu. 



2018'de Rusya'da olmayacağımızın kesinleşmesinin ardından yabancı sınırı kuralı ve futbolcu yetiştirme konuları tekrar popüler spor medyasınca gündeme getirilmeye başladı. Biraz daha somut bilgi ve detay sevenler ise Türkiye'nin şansı hala sürerken hazırlanan Socrates'in Ekim sayısında Atahan Altınordu ve Kutay Ersöz'ün çalışmaları sayesinde Türkiye dahil pek çok Avrupa ülkesinde 22 yaş altı ve altyapıdan yetişmiş futbolcuların aldığı sürelere dair yüzde cinsinden verilere ulaşabilirler. Dört sezon önceki durumumuzu açıklayan benzer bir çalışmamı ben de bu blogda 2013 Aralık'ında yayınlamıştım. Aradan geçen yaklaşık dört yılda yabancı kuralı üç kez değiştirildi. Oyuncu yetiştirme ve gençlere şans verme konusundaki başarımız hakkında rakamların gösterdiği gerçek ise pek değişmedi. Avrupa'da bizden kötüsü yok bu işte. Bunu değiştirmek istiyorsak ilk yapmamız gerekenin bu gerçekle yüzleşmek olduğunu düşünüyorum. Getirilen anlık ve dayanaksız çare önerileri bir işe yaramıyor. Futbolumuzu yönetenler futbolcu yetiştiren bir ülke haline gelmemiz adına yabancı sınırını değiştirmek dışında bir metot uygulayabilecek vizyona ve birikime sahip değiller. Bu kabullenme olmadan çözümü yabancı futbolcu sınırından başka yerde arama yoluna gidilmesi mümkün olmayacaktır. 

Bu sorunu ne biz ilk defa yaşıyoruz ne de böyle bir duruma düşen ilk ülkeyiz. Almanya'nın hali on beş - yirmi yıl önce bizimkini andırıyordu. 2014 Dünya Kupası'nı kazandıklarındaysa temellerini 1990'lı yılların sonunda attıkları bir projenin son meyvelerini topluyorlardı. Raphael Honigstein "Das Reboot" adlı 2015 çıkışlı kitabında en ince ayrıntılarına kadar bu projenin neden ve nasıl tasarlandığını anlatıyor. Yazar ile bu hafta içinde yazıştım ve kitabın bu sonbahar bitmeden Türkçe olarak satışa çıkmasının beklendiğini öğrendim. Bugün Türk futbolunu şuradan şuraya getireceğini öne süren, federasyonda veya altyapı sisteminin inşasında yetkili pozisyonlara talip olan herkesin bu kitabı okuması şart. Çok ama çok ciddiyim... Bu kitabı okumamış kimse Türkiye'de futbolcu geliştirilmesini planlayacak, "Yabancı futbolcu sınırı X olmazsa Türk futbolcu yetişmez; o yüzden biz de X olarak belirledik" diyecek yetkiye sahip olmamalı. Bununla ilgili kanun (ya da KHK artık) çıksın acilen.




1990'ların sonuna gelindiğinde İngiltere'deki Avrupa Şampiyonası'nda kazandıkları kupaya rağmen giderek yaşlanan milli futbolcuları Almanlar'ı tedirgin etmekteydi. Milli takım teknik direktörü Berti Vogts daha kupayı kazandıkları 1996 senesinde federasyon başkanı Egidius Braun'a altyapıların yetersizliğini ifade etmeye başlamıştı. 1998 Dünya ve 2000 Avrupa Şampiyonaları'nda yaşadıkları hüsranlar ise onlar için alarm vazifesi gördü. Kazanmak için sadece Alman olmanın yetmediğini fark ettiler. Bir futbolcu fabrikası haline gelen Fransa'nın yaptıklarını incelemeye ve kendi ülkelerine uyarlamaya başladılar. Fransızlar en ünlüsü Clairefontaine'de olan federasyona ait yetiştirme merkezlerinden kısa süre faydalandıktan sonra futbol kulüplerini benzer tesislere sahip olmaya mecbur bırakmıştı. Bir noktadan sonra en yetenekli gençlerin büyük çoğunluğu kulüplerde oynamaktaydı. Bu sistemin işe yaradığını gören Alman federasyonu hem Stützpunkt (tam çevirisi destek noktası ama sanırım doğru tercümesi üs) adlı oyuncu keşfetme merkezlerini yaygınlaştırmaya hem de profesyonel takımlara oyuncu yetiştirme sorumluluğunu daha ciddi şekilde üstlenmeleri konusunda baskı yapmaya başladı. 

Stützpunkt sisteminin temel amacı ülkedeki futbolcu adayı çocuk nüfusunun olabildiğince büyük bir oranına kendini gösterme imkanı tanımaktı. Braun tarafından göreve çağrılan ve geçmişinde genç futbolcularla farklı düzeylerde çalışmış olan antrenör Dietrich Weise ile spor bilimleri alanında eğitimini yeni tamamlamış olan asistanı Ulf Schott ülkeyi karış karış gezerek en ücra köylerdeki çocukların bile bir genç fubtolcu üssüne ulaşmasına olanak tanıyacak bir ağı tasarlamaya başladılar. Amaçları her çocuğun evine en fazla 25 km uzaklıkta bir üs olmasını sağlamaktı. Alman futbol federasyonunun internet sitesinde bu ağın günümüzde ulaştığı halini ve Weise ile Schott'un tohumlarını attığı sistemin amacına ulaşmış olduğunu görmek mümkün. Bugün Almanya'da federasyonun kurduğu 366 üste 600,000 tane 12 yaş altı çocuk kendini gösterme ve futbolunu geliştirme imkanı buluyor. TFF'nin sitesindeki verilere göre ise Türkiye'de 60 noktada 15,000 çocuk izleniyor. Bu işin nicelik tarafı. Bir de nitelik tarafı var tabi...

Weise ve Schott sadece fiziksel ve teknik donanımın iyi futbolcu olmak için yeterli olmayacağının farkındaydı. Onlara göre üsleri ülkenin yerleşim birimlerine eşit mesafede dağıtmanın diğer çok önemli getirisi de çocukların temel eğitimlerini aksatmadan futbol antrenmanlarına gidebilmeleri olacaktı. Bu sistemden yetişen ilk neslin oyuncularından olan Philip Lahm Honigstein'ın kitabında her Salı ve Perşembe saat 14:00'te okuldan alınıp Bavyera bölgesindeki bir tesise götürüldüğünü, burada iki idman arasında ders çalışmaları için doksan dakika ayrıldığını, hatta okuldaki notlarının antrenörleri tarafından takip edildiğini anlatıyor. Bugün farklı yaş kategorilerinde Almanya genç milli takımlarına çağrılan futbolcuların Gymansium'a (orta öğrenim okul tiplerinin en üst düzeyinde olan ve öğrencileri üniversite giriş sınavı Abitur'a hazırlayan okullara) gitme oranının Almanya halkının ortalamasının üzerinde olması (%70 vs %50) ile bu futbolcuların sahada farklı taktikleri disiplinli bir şekilde ve doğru anlarda doğru kararları vererek icra edebiliyor olması arasında bir bağ olmadığını sanmak en nazik tabirle saflık olur. 

Tıpkı Fransa'daki gibi Almanya'da da futbolcu yetiştirme konusunda kulüpler ciddi atılımlar yaptılar. 2002-03 sezonundan itibaren Alman birinci ve ikinci liglerinde yer alacak her takımın performans merkezi adı verilen ve en az biri Astro Turf zeminli olan en az dört idman sahası, UEFA A lisansı olan en az bir sportif direktör, en az biri A seviyesinde UEFA Pro lisansı olan en az iki antrenör, bir kaleci antrenörü ve iki fizyoterapist gibi 250 kritere uygunluk gösteren altyapı tesislerine sahip olması mecburi hale getirildi. 2007 yılından itibaren bu tesisler bağımsız bir Belçika firması tarafından değerlendirilmeye ve bir ile üç yıldız arasında notlandırılmaya başladı. Yetiştirdiği gençleri birinci takımına yerleştirmede olağanüstü performans gösteren takımlara bonus bir yıldız veriliyordu. Federasyon kaliteli tesislerin yaygınlaşmasını teşvik etmek amacıyla UEFA'nın Şampiyonlar Ligi'nde temsil edilen ülke federasyonlarına Avrupa kupalarında oynamayan takımlara aktarılması koşuluyla dağıttığı paydan bu yıldız notlandırmasına göre dağıtım yapmaya başladı. Üç yıldızlı tesislere sahip takımlara 400,000 Euro ödenirken bir yıldızlı tesis sahipleri 100,000 Euro ile yetinmek durumundaydılar. 2007-2009 arasındaki ilk değerlendirme dönemi sonu itibariyle Bundesliga'daki yedi takımın üç yıldızlı tesisleri vardı. 2014 dönemi sonunda ise on beş Bundesliga takımı üç yıldızlı performans merkezine sahip olmanın avantajından yararlanıyordu. Başlangıçta maddi imkansızlıkları gerekçe göstererek bu gerekliliğe soğuk bakan 2. lig takımlarının ikna edilmesiyle bu düzenin ilk iki yılında otuz altı birinci ve ikinci lig takımı oyuncu yetiştirmeye 114 milyon Euro kaynak sağlamıştı. Bu kaynak 2014-15 sezonu sonunda 1 milyar Euro'yu geçmiş durumdaydı. 

Almanya bu köklü değişikliklere gitmeye karar verirken ciddi bir yanılgıdan kendini kurtarmaktaydı. Milli takım utanç verici sonuçlar alsa da Alman kulüp takımları 1997 - 2002 arasında istisnasız her sezon Şampiyonlar Ligi'nde yarı final oynamıştı ve iki kere kupayı kazanmıştı (1997 Dortmund ve 2001 Bayern). Kulüpler bazında son derece başarılı bir dönemde olsalar da 98 Dünya Kupası çeyrek finalinde Hırvatıstan'a 3-0 mağlup olmaları ve Euro 2000 grubunda sadece bir puan almaları onları uyandırmaya yetti. 2002 Dünya Kupası'nda Türkiye'ye başarıyı getiren en önemli futbolcular arasında olan Almanya kökenli Yıldıray, Ümit ve İlhan'dan sonra biz yabancı uyruklu futbolcularla bu işi kotarabileceğimizi sanıp derin bir uykuya girerken Almanlar tesadüflerle geldikleri finalin kendilerini aldatmasına izin vermediler. Bir yandan futbolcu yetiştirme devrimini yürütüp diğer yandan yabancı uyruklu olan ve Almanya'da yaşayan gençlerin vatandaş olması için gereken kriterlerini yumuşatarak Emre Can, Mesut Özil, Kerem Demirbay, İlkay Gündoğan, Sami Khedira gibi oyuncuları havuzlarına kattılar. 

Almanlar 2014 Dünya Kupası'nı ev sahibi Brezilya'yı silindir gibi ezerek ulaştıkları finalin sonunda kaldırdığında kadroda olan Alman'ı göçmeni yirmi dört futbolcudan yirmi biri Honigstein'ın kitabında anlattığı sürece bir noktasında dahil olmuştu. Bu zaferlerinin üstünden üç yıl geçti ve Almanya'dan futbolcu fışkırmaya devam ediyor. Bugün çok önemli futbolcuları dışarıda bırakarak bile neredeyse birbirine denk dört tane milli ilk 11 çıkarabiliyorlar. 



The Guardian geçtiğimiz günlerde geleceği parlak altmış 2000 doğumlu oyuncuyla ilgili bir çalışma yayınladı. Listede Berke'nin olmasını futbolcu yetiştirme başarımızın bir meyvesi olarak görüp bildiğimizi okumaya devam mı edeceğiz? Yoksa kendi Reboot'umuzu mu yapacağız? 

Karar bizim...


NOT: Aynı konuyla ilgili geçtiğimiz ay yazılmış bu yazıya da bakmanızı öneririm.



Saturday, September 2, 2017

Maç spikeri ve yorumcularının sorumlulukları hakkında

Dün iki spor müsabakasını canlı izledim. Önce Fransa - Şili U21 maçının 21:00'e kadar olan kısmını, o saatten itibaren de Türkiye - Rusya Eurobasket grup maçını. Bu maçların canlı yayınında görev alan spiker ve yorumcuların söyledikleri ve söylemedikleri ülkemizde artık alışılagelmiş ve yeterince değil hiç üzerinde durulmayan bir soruna en yeni örnekler olarak beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti. 

Fransa - Şili U21 maçında Fransa maçın başından itibaren Şili'den üstündü ve 1-0 öne geçti. Kısa süre sonra Şili o ana kadar sergilediği futbolla gol atmak için en fazla ümit bağlayabileceği pozisyon olan duran toptan bir gol attı. Ancak bu golü atan oyuncu ofsayttaydı. Hatta golün tekrarlarından bir tanesi izleyen herkesin bu durumu gayet net bir şekilde görebileceği bir açıdandı. Ofsayt çizgisi bile çekilmişti. Ancak maçın spikeri fazla bir önemi olmayan bu hazırlık maçında dahi golün ofsayt olduğunu söylemedi. Nedeni hakkında bazı fikirlerim var; onlara sonra değineceğim.

Bu maçın ikinci yarısının ortalarında Türkiye - Rusya maçını izlemek için kanal değiştirdim. Bana kalırsa Türkiye'nin maçı kaybetmesi hücumda ve savunmada yaptığı acemice ve çok sayıda hatalardan kaynaklandı. Özellikle ilk yarıda çok dağınık ve telaşlı hücum edildi. Birçok defa pas tercihlerinden önce topu sektirmeyi zamansızca bırakan oyuncular topu atacak takım arkadaşı bulamadılar. İkinci yarıda ise defalarca turnike kaçırıldı. Rusya'nın neredeyse 1 dakika içinde arka arkaya yaptığı üç top kaybından sadece bir basket çıkabildi mesela. Yanlış hatırlamıyorsam gene ikinci yarıda maçtaki en garip olay oldu. Türkiye'nin top çalıp fastbreak'e çıktığı bir anda Ufuk Sarıca'ya teknik faul çalındı. Türkiye belki de öne geçecekken Rusya bir faul bir de üçlük atıp farkı açtı. Savunmada ise oyuncular başta Sinan Güler olmak üzere aşırı sayıda gereksiz faul yaptı. Bunlardan en çarpıcısı ise Rusya'nın hücum süresinin dolmasına 2-3 saniye kala Cedi'nin geri çekilerek girme şansı çok az olan bir üçlük atan Shved'e yaptığı fauldü. 

Bu maçı Murat Kosova anlattı, İhsan Bayülken de yorumladı. İkisinin de söylemleri Türkiye'nin maçı kazanmayı hak ettiği ancak şanssızlık ve hakemlerin buna engel olduğu havasındaydı. Halbuki sadece 37 şut çektikleri ve 22 top kaybı yaptıkları maçı Rusya'ya kazandıran 40 defa serbest atış atmaları oldu. Bir takım rakibinden %50 daha fazla faul yapmışsa (29 - 19) bunu şanssızlık ve hakem üzerinden izah etmek hiç gerçekçi olmadığı gibi aslında çok da tehlikeli. Çünkü yenilgiyi ona sebep olan gerçekler üzerinden anlatmak yerine subjektif kavramlara yükleyerek yorumcular ve spikerler farkında olmadan çok önemli bir sorumluluklarını yerine getirmemiş oluyorlar.

Premier Lig ve NBA maçlarını İngilizce anlatımla izleyenler bilecektir ki bu maçlarda oyuncular ve hakemler bariz hatalar yaptıkları zaman maçı anlatanlar bunları dile getirmekten hiç çekinmezler. Hatta zaman zaman "Burada X'e pas verirken ne düşünüyordu acaba? Çok acemice!" ya da "Bariz ofsayttı, yan hakem bunu nasıl görmez?" gibi dozu eleştiriye varan yorumlarda da bulunurlar. Yarım yamalak İspanyolca ve Almanca bilgimle anladığım kadarıyla La Liga ve Bundesliga maçlarında da bu böyledir. Bu yorumları yapanların anlattığı maçları izleyen sporseverler, özellikle de gençler ve çocuklar, pozisyonlar hakkında gerçeklerden mahrum kalmama avantajını yaşıyorlar. Maç izleyerek spor hakkında daha fazla şey öğrenebiliyorlar. Dolayısıyla da hafızalarında zamanla biriken bu pozisyonları icra ettikleri sporlarda deneyime dönüştürebiliyor ya da kendi kanaatlerini oluştururken bir veritabanı olarak kullanabiliyorlar. 

Ülkemizde ise malesef vatansever gözükme maksadı ve "çevir kazı yanmasın"cılık her mevhumdan öncelikli tutulduğu ve eleştiri ile hakaret arasındaki fark bilinmediği için yorumcular kendilerini bağlayıcı sözler etmekten, gerçekleri olduğu gibi söylemekten kaçınıyorlar. Bu yüzden Ufuk Sarıca'nın fastbreak'e kalkmakta olan takımına zarar veren davranışını irdeleme ihtiyacı hissetmiyorlar. Bu yüzden "acemice hatalar yüzünden maçı kaybettik" yerine "oyunda istediklerimizi tam anlamıyla yapamadık" gibi muğlak cümleler duymaya alışıyoruz. Bu yüzden yarım metre ofsayt olan pozisyonlarda spikerlerin ağzından sadece "ofsayt var mı yok mu tartışmaları" lafı çıkabiliyor. Ve gene bu yüzden milli maçlarda ya da Türk takımlarının uluslararası maçlarında işler biraz yolunda gitmediği zaman hakemle ilgili yorum yapmaya başlıyor yorumcularımız. 

Spiker ve yorumcuların şunun farkında olması lazım: Söyledikleri her söz çoğunluğu genç milyonla insan tarafından ilgiyle dinleniyor. Profesyonel olarak maç anlatırken duygularına hakim olmak, doğruyu söylemek ve eğitici olmak gibi sorumlulukları var. Bunları ihmal ettikleri ölçüde ülke sporuna zarar vermekteler.