Monday, December 2, 2013

Kendimizi kandırmayalım


25 Ağustos tarihli yazımda yabancı sınırlaması kuralındaki değişikliği eleştirmiştim. Bu değişiklik genç oyuncu yetiştirmeye ön ayak olacağına inanılan kuralın bilmemkaçıncı kez pişirilip 17 kulübün itirazına rağmen önümüze konmasından ibaretti. O yazıda 6+0+4 ün Fenerbahçe ve Galatasaray'a sezon başında ne gibi sorunlar yarattığına değinmiştim. Oyuncu yetiştirme kısmına da yazı çok uzamasın diye bulaşmamıştım.

Avrupa'daki önemli liglerin çoğunda sezonun yarısı ile üçte biri arasında bir kısım geride bırakıldı. Transfermarkt'tan edindiğim verilerle beş büyük lig, iki önemli oyuncu yetiştirme ligi ve bizim ligimizde 21 yaşından büyük olmayan futbolcuları inceledim. Bu futbolcuların ligdeki dakikaların yüzde kaçında oynayıp, gollerin ve asistlerin yüzde kaçına sahip olduklarına baktım.  Ortaya şöyle bir tablo çıktı:

Görüldüğü gibi genç oyunculara şans verme ve onlardan verim alma konusunda diğer yedi lig içinde sonuncu olan İtalya'nın aşağı yukarı yarısı kadar başarılıyız. Bu konuda açık farkla zirvede olan iki ülke ise hiçbirinizi şaşırtmamıştır herhalde. Özellikle Hollanda'da futbolcu yetiştirmenin adresi olarak bilinen pilot takımlar var. Geçenlerde bir arkadaşımın gönderdiği bu yazı Chelsea ile Vitesse kulüpleri arasındaki oyuncu yetiştirme üzerine kurulu ilişkiyi anlatıyor. 

Genç yetiştirmenin yabancı sınırlaması gibi ayrımcı kurallarla, 25 yaşına gelenlere "genç yetenek" demekle, Salih Uçan'ı yazın üç milli takıma yollayıp kendi takımında yedeğin yedeği yapmakla mümkün olmadığını anlarsak belki bu tabloyu değiştirebiliriz.

Thursday, October 10, 2013

Kaleyi Gören Vurmasın: Resurrection

Kısa bir süre önce ligdeki takımların rakiplerine nerelerden şut imkanı verdiğine dair bir yazı yayınlamıştım. Kullandığım istatistikte Excel kaynaklı bir hata vardı. Bunun için affınıza sığınıyorum. Doğru veriyi sunmama katkıda bulunan Serdar Çolak'a teşekkürler.

Matchstudy'de her maçın şutları ceza sahası içinden ve dışından olarak ayrılmakta. Ancak onsekizin köşesinden atılan şutla altıpastan atılan bir şutun aynı kıymette olmadığını (en azından çoğu zaman) varsayarak bunu rakamlara dökmek istedim. Bu amaçla Matchstudy'de şut dağılımlarının gösterildiği sahayı Colin Trainor'un blogunda anlattığı şekilde bölgelere ayırdım:




Resimde gösterildiği üzere, turuncu alan birinci, kahverengi alan ikinci, yeşil alan üçüncü bölgeye tekabül ediyor. Mavi alan dördüncü bölge ki ismi Ali Adnan ya da Manuel Da Costa olmayan oyuncuların buralardan pek şut atmaması gerekir. Birinci ve ikinci bölgelerin toplamına tehlikeli bölge diyelim. Bu tanımlara göre takımların rakiplerine nerelerden şut izni verdiğine bir bakalım. 



Tehlikeli bölgede izin verilen şut yüzdelerine göre sıralanmıştır.




Aklınızda bulunsun; burada bahsi geçen şutlara oyuncular tarafından bloklananlar da dahildir. Bu bakımdan "kalesini şuta kapatmak / kapatamamak" gibi bir kavramı bu yazıda irdelemeyeceğim. Ayrıca kaynaktaki rakamlar Beşiktaş Galatasaray maçının 2-1 konuk leyhine tescil edildiği varsayılarak girilmiştir. (Üzerinden 16 gün geçti ve hala TFF'den tık yok!)

Tehlikeli bölgeden izin verilen şut yüzdesi sıralamasıyla ne puan sıralaması ne de yenilen gol sıralaması arasında elle tutulur bir ilişki olduğu için bu grafikleri eklemeyip zayıf korelasyon ağlaklıkları yapmadım. Bu ilişkilerin birkaç ay içinde daha kuvvetli olacağını tahmin ediyorum. Ancak mevcut durumdan da ilginç bulgulara rastlamak mümkün. Örneğin Kayseri Erciyesspor yedinci hafta itibariyle tehlikeli bölgelerden şut yememek konusunda lig ikincisiyken bu konuda lig sonuncusu olan Antalyaspor'dan iki gol fazla yemiş ve üç puan az toplamış. Daha da garibi tehlikeli bölgeden en düşük yüzdeyle gol yiyen üç takımdan ikisi düşme hattındaki üç takımın da ikisi. 

Gerek oynadığı oyunun hakkını kanımca alamamasından gerekse Prosinecki'ye olan sempatimden ötürü beni şu ana dek hayal kırıklığına uğratan Kayserispor tehlikeli bölgeden şut yememekte ligin en iyi 1/3'lük diliminde olmasına rağmen ligin sondan ikincisi. Ayrıca ligin en çok gol yiyen takımlarından da bir tanesi. Yediği 18 golle perspektife alınmaması gereken Elazığ'ı bir kenara koyarsak, Kayserispor rakiplerine iyi şut vermeme yetisine rağmen kalesinde gördüğü gol sayısında ligdeki en kötü üçüncü değere sahip. Yediklerini dengelemelerini sağlayacak bitiriciliğe Bobo'nun dönüşüyle kavuşacaklarını ümit edelim.

Elazığ demişken ufak bir not...Takımlar rakibin çektiği yaklaşık her on şutta bir gol yerken Elazığspor neredesye beş şutta bir gol yedi. Bu nedenle ortalamaları lig ortalamasına biraz yaklaşana dek yedikleri gol sayısına fazla dikkat etmemek gerek.

Ligin en az yiyeni unvanına sahip dört takımdan biri olan Eskişehirspor rakiplerine şutlarının neredeyse yarısını birinci bölgeden çekme imkanı vererek bu konuda ligin en başarısız takımı olmuş. İlk yedi haftanın altısında Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş, Bursa, Kasımpaşa ve Sivas gibi takımlarla oynadıklarını göz önünde bulundurursak mevzubahis kıstastaki başarasızlıklarının faturasını puan olarak çok da ağır ödemediklerini söyleyebiliriz.

Bu tezatların yanında bir iki tane düz orantılı bulguya rastlamak da mümkün. Örneğin Fenerbahçe puan liderliğini tehlikeli bölgeden şut yememeye de yansıtmış. Hatta ceza sahası içinde kaleyi cepheden gören bölgeden şut yememe konusunda en yakın takipçisi Beşiktaş'ın neredeyse iki katı başarılı olmuş. Buna karşılık bir puan geride kalan Kartal da ligin hem toplamda hem de ikinci bölgeden az şut yiyen takımlarından biri olarak kalesinde gördüğü golü ligin en düşük seviyesine indirmeyi başarmış. 

Genele bakıldığında yaklaşık %62 olan tehlikeli bölgeden şut izni verme ortalamasının altında kalan takımlar yedi haftada ortalama 10.1 puan toplarken ortalamadan kötü performans sergileyenler 9.5 puan toplamış (%6 fark). Aynı karşılaştırmayı yenilen gol sayısıyla yaptığımızda da ciddi bir fark göremiyoruz ki bu duruma korelasyondan bahsederken değinmiştim. Ligimiz hem geçtiğimiz sezon hem de bu sezonki uzun pasla oynama - puan ilişkisi gibi bu bakımdan da yabancı liglere göre ciddi farklılık gösteriyor. 

Son olarak tehlikeli bölgeden şut yeme ortalaması bana biraz yüksek geldi. Çok belirgin bir nedenim yok aslında. Bu orana savunmacıların başarısızlığının mı hücumcuların başarısının mı daha fazla etki ettiğine bakmakta fayda olacağını düşünüyorum.

Bunlar benim bir bakıştaki gözlemlerim. Daha fazlasını bulmakta size iyi eğlenceler.


Friday, October 4, 2013

Bilic'in orta saha tercihleri

Ligin ilk dört haftasını kayıpsız kapayan Beşiktaş sonraki iki haftada puan alamadı. İlk dört haftada rakipleri tarafından farklı sebeplere dayalı olarak fazla zorlanmayan Beşiktaş'ın geride kalan iki haftadaki rakiplerinden biri lig standardında birinci sınıf takımdı, diğeri de zaaflarını ortaya çıkaracak bir taktikle karşısına çıktı. Böylelikle sezon başından beri bazen abartılı biçimde olumlu değerlendirmelere konu olan, kimilerince şampiyonluğun en önemli adayı ilan edilen Beşiktaş ve hocalığı kadar imajından da kaynaklı sebeplerle methiyelere layık görülen Bilic'in tercihleri hakkında daha geçerli ve gerçekçi bir izlenim oluştu. 

Beşiktaş iki büyük rakibinin aksine ligde oynadığı altı maça da aynı stoper ikilisiyle başladı. Serdar Kurtuluş'un da sabit olduğu savunma dörtlüsünde tek değişken Ramon'un gelişine kadar denenen sol bekler oldu. Gerçek sol beksiz oynanan bu üç maçtaki rakipleri topun hakimiyetini Beşiktaş'a teslim etmekten hiç gocunmadılar. Neticesinde bu dönemde Kayseri Erciyes maçında Ersan'ın geri pas hatasıyla yenilen gol dışında lig maçlarında çok ciddi bir sorun yaşanmadı. Bursa karşısında Beşiktaş sezonun en iyi takım performansı eşliğinde gol yemeden galip gelince sık yapılmaya başlanan yorumlardan biri şuydu: "Beşiktaş hiçbir resmi maçta rakip baskısıyla gol yemedi". Tromsö ve Kayseri Erciyes maçlarındaki gollerin biri tartışmalı biri gereksiz iki penaltı ve Escude ile Ersan'ın birer hediyesi sonucu yenmesi benim anlamadığım bir şekilde olumlu yorumlanmıştı. Halbuki en basit mantıkla bir takımın baskı yemeden gol yemesi baskı altındaki performansına dair çok da olumlu bir gösterge değildir. Üzerinde durulması gereken bu sorun gözardı edilince basit hatalar Galatasaray gibi bir rakibe karşı tekrarlandı ve önceki seferlerin aksine bu defa telafi edilemediler. 

Basit hatalara ek olarak Galatasaray ve Antalyaspor karşılaşmalarında Beşiktaş'ın stoper ikilisi fiziksel olarak hücumculara yenik düştüler. Önce derbide Sivok ve Escude Drogba'ya defalarca hava topu verdi. (Drogba demişken, çoğunluğunda üç savunmacıya karşı tek oynadığı Juventus maçında whoscored.com sitesine göre kafa toplarının %70ini kazanmış ki bu daha önce bir forvette hiç rastlamadığım bir oran. Beşiktaş maçındaki oranını merak etmiyor değilim.) Bu topların önemli kısmı cephedendi, ki savunmacılar yan toplara ve kornerlere göre cepheden gelen pozisyonlarda daha avantajlıdırlar. Özellikle Sivok attığı çokça kafa golü sebebiyle hava topu hakimiyeti iyi olan bir oyuncu sanılabilir. Ancak attığı gollerin avantajını artıran ve Fernandes tarafından kesilen ortalar sayesinde olduğunu unutmamak lazım. 

Son maçtaysa stoper ikilisinin yavaş ve yumuşak olduğu çok net ortaya çıktı. Fransız'ın vücut koyamaması ve Sivok'un sürekli geri kayması sonucu Galatasaray maçından farklı olarak ilk golü yiyen Beşiktaş bastırmak için savunmasını öne çıkarmanın bedelini Diarra'nın muazzam bir deparla attığı ikinci golle ödemek zorunda kaldı. Kontrollü ve yerden oynamayı seven Eskişehir'e karşı bu sorun tekrar gizlenebilir. Ama Rizespor Kweuke'yle Semih ve Dany'yi zorladığı kadar Escude ve Sivok'u da zorlayacaktır. Pedro Franco'yu şu ana kadar bir resmi maçta izleyemedik. O yüzden bu soruna çare olup olamayacağını kestirmek pek mümkün değil.



Önceki maçlarda rakiplerine kabul ettirdiği oyun hakimiyetini yitiren Beşiktaş defansif zaaflarını daha fazla gizleyemez hale geldi. Oğuzhan'ın sakatlığı bu bakımdan çok büyük eksiklik. Beşiktaş geride kalan 540 dakikada 12 gol atıp 6 gol yerken Oğuzhan'ın sahada olduğu 167 dakikada 6 gol attı ve hiç gol yemedi. Daha önce dile getirdiğim gibi Beşiktaş'ın ideal orta üçlüsü kendi kalesine yakınlık sırasıyla Atiba-Fernandes-Oğuzhan'dır. Arsenal'den gelen genç Olcay'ın etkili olması ve Fernandes'in yükünün azalması bakımından çok önemli. 

Özellikle Ramon'un gelişinden sonra ağırlıklı olarak sol tarafta gerçekleşen pas organizasyonları top Olcay'a gelince tıkanıyor. Çünkü Olcay sırtı dönük, bek kucağında top almasını iyi becerbilen bir oyuncu değil. Onu kaleye doğru hareket halindeyken topla buluşturmak için Oğuzhan ve Fernandes'in birlikte sahada olması çok önemli. Portekizli de Oğuzhan ile rahatlıyor. Matchstudy verilerine göre beraber oynadıklarında Fernandes'in ortalama pas yüzdesi 88, topla oynama süresi 2:22 iken tek başına olduğunda pas yüzdesi 83'e düşüyor ve topla oynama süresi %25 artıyor. Bu durumda Beşiktaş daha az tehditkar ve önlem alması daha kolay bir takım haline geliyor. Lider karakterli olmayan Fernandes işler iyi gitmezken ipleri eline almaya çalışsa da etrafındakileri daha iyi yapmayı başaramıyor ve oyundan düşüyor. Antalyaspor maçının 54. dakikasında üstüste iki top kaybından sonra yaptığı kasti faul (kart çıkmaması inanılmaz) buna iyi bir örnek. 75. dakikadan sonra ise attığı bir frikik haricinde sahada bir hayaletti.

Bilic'in geride kalan altı haftadaki en ciddi yanlışı Veli Kavlak ısrarı. Dikkat edilmelidir ki Antep maçında Atiba sol bekte olduğu için, Bursa maçında da Veli sakat olduğu için Oğuzhan'ı ilk onbir oynattı. Kendi insiyatifiyle Oğuzhan'ı Veli'ye tercih ettiğine henüz tanık olmadık. Her ne kadar Muhammed'e daha şimdiden geçtiğimiz sezonun tamamından fazla süre vermiş olsa da Veli'yi ilk onbirin değişmezi olarak görmesi kolay anlaşılır bir durum değil. Oğuzhan kadar olmasa da Muhammed ve Sezer de Fernandes'in ve kanatların işlerliğini artırabilecek oyuncular. 4-2-3-1 oynayan büyük takımların savunma önündeki iki oyuncudan birini mutlaka organizatör oyuncu olarak tercih etmesi gerekiyor. Biraz uç bir örnek olabilir ama Arsenal Sunderland maçına kadar bu bölgede Wilshere ve Ramsey'i kullandı ve Aston Villa maçı haricinde bütün maçlarını kazandı. Ligimizde benzer dizilişle oynayan Fenerbahçe'de hem Ersun Yanal Topal'ın yanında Meireles ya da Alper'i kullandığı hem de Caner ve Gökhan'dan hücuma katkı geldiği için öndeki dörtlünün yükü azalıyor. Serdar'dan sürekli hücum katkısı beklenemeyeceğine göre Bilic'in orta sahadaki yetenekli oyuncu tercihlerini artırması gerek.

Antalyaspor maçında Bilic orta sahada Veli'nin bir kara delik işlevi gördüğüne geç uyandı. Veli'yi çıkarıp Muhammed'i soktuğunda takım 1-0 geriye düşmüştü bile. Ufak bir detay olabilir ama maçın 79. dakikasında son oyuncu değişikliği hakkını kullanırken Serdar Kurtuluş'un yerine Necip'i alıp Atiba'yı sağ beke kaydırmak gibi ezberci bir hamle yaptı. 2-0 geride olan bir takımın teknik direktörünün bundan ne umduğunu anlamak çok zor. Derbide Fatih Terim ikinci yarıya tek forvete dönmek gibi doğru bir hamleyle başlamıştı. Bilic buna topu Galatasaray'a teslim ederek cevap verince ikinci yarı baştan sona Galatasaray'ın üstünlüğüyle geçti. Son iki maçtaki kadro tercihi ve oyuna müdahalelerini hesaba katarsak gelecek adına kuşku uyandıran bir Bilic performansı izlediğimizi söyleyebiliriz. Savunmadaki zaafların orta saha tercihleriyle orantılı olarak ortaya çıktığını ne ölçüde anladığını ileride göreceğiz.


Monday, September 16, 2013

Olimpiyat yapamadık, olimpiyatta derbi yapalım

Önümüzdeki hafta ligin ilk Istanbul derbisi Beşiktaş'ın sahasında oynanacak. İlk dört haftada Beşiktaş'ın puan kaybetmemiş olması maçı Galatasaray için çok daha önemli kılıyor. Beşiktaş'a yenilirse beşinci haftada dokuz puan gerisine düşeceğini bilen sarı-kırmızılılar hafta içi bir de Real Madrid savaşı vermek zorunda. Fatih Terim öğrencilerini bir spaya falan götürse harika bir kıyak geçmiş olur zira stresli biten bir haftadan çok daha stresli bir haftaya giriyorlar.

Galatasaray evinde Antalyaspor'a bir puan vermek zorunda kaldı ve dört maçta üçüncü beraberliğini aldı. Yorgun Selçuk, Sneijder, Muslera ve formsuz Hamit'in yokluğunda Emre, Engin, Eray ve Amrabat ilk onbirdeydi. Galatasaray özellikle ilk yarıda Antalya'nın golüne kadar ve ikinci yarının hemen hemen tamamında oyunu rakip alana yıktı. Maç boyunca Galatasaray'ın çektiği yirmisi ceza sahası içinden olan yirmi beş şuta Antalyaspor sadece beş ceza sahası içi şutuyla karşılık verebildi. Aslında sadece altıpas civarında neredeyse on pozisyona giren Galatasaray'ın iki ya da üç gol atmamış olması çok zor açıklanabilecek bir durum. O yüzden bu beraberlikte Galatasaray'ın skor üretme sorunlarına odaklanmak pek isabetli bir yaklaşım olmaz. 

Selçuk ve Sneijdersiz Galatasary'da dikkat çeken performans seksen iki kez topla buluşarak topa neredeyse dört buçuk dakika hükmeden Melo'dan geldi. Özellikle ilk yarıda rakibin havadan uzaklaştırmaya çalıştığı topları tekte müsait arkadaşlarına indirerek Galatasaray'ın hücumlarını sürekli kılmak adına çok önemli katkılar yaptı. 24. dakikada yaptığı gibi top sürüp ardından pas vererek başlattığı hücumlar da oldu. Ancak Engin ve devre sonuna doğru Amrabat'ın üstüste top kayıpları yüzünden Melo'nun çabaları hücum üstünlüğüne pek fazla dönüşemedi. Kanatları işlemeyen ve en iyi iki pasöründen mahrum olan Galatsaray'ın Hakan Arıkan'a oyunu geciktirme sarı kartının 90+1'de çıktığı bir maçı domine etmek için Samet Aybaba'nın üçüncü stoperi oyuna almasını beklemek zorunda kalmasını çok da eleştiremem. Ama Galatasaray'ın Selçuk ve Sneijder'in olmayışıyla açıklanamayacak sorunları da yok değil.

En bas bas bağıran sorun sistem. Biri top ayağındayken hücuma neredeyse sıfır katkı sağlayabilen Burak olan çift forvetli sistem Galatasaray'ı rakiplerinden önce kendini yenmek zorunda bırakıyor. Sneijder-Drogba-Burak üçlüsünün yaşadığı üretkenlik ve paylaşım sorunlarına 25 Ağustos tarihli yazımda da değinmiştim. Takımı benden çok daha yakından takip eden @ukarakullukcu gibi bazı yazarların da önerisi olan kanatları Bruma ve Drogba'ya emanet edip hem Burak'ın hem de Sneijder'in hayatını kolaylaştırmak daha fazla vakit kaybedilmeden yapılması gereken bir değişiklik. Bruma'nın Antalyaspor'a karşı oyuna geç girmesi normal, ki otuz dakikada neredeyse Drogba'nın doksan dakikasına kıyaslanacak kadar hücum bölgesinde pas yaptı ve beni tarzıyla gerçekten etkiledi. Sneijder ve Selçuk ile birlikte oynarsa Galatasaray'ın kanat sorununun yarısını çözebilir. Kendini gelişitrmesi için sürekli oynamaya ihtiyacı olan gencin ilk onbire yerleştirilmesi de sanıldığı kadar zor olmayacak. Çünkü Eboue resmen "beni tribüne yolla" diye Fatih Terim'e yalvarıyor. Hele yirmi sekizinci dakikada Engin'in savunmaya çalıştığı sağ çizgiye orta sahadan bir gelişi var ki görüntüye girince "bi dakka?!" demek zorunda kalıyor insan. Yerine giren Sabri yaptığı dört birbirinden güzel ortayla kendini aştığı gibi takımın diğer ciddi eksikleri olan pres gücü ve hırs bakımından da güvenilir biri. Özellikle bu haftaki performansı hiç iç açıcı olmayan Semih de Antalya maçında Melo'dan sonra takımın en iyisi olan Chedjou'nun yanındaki yerini zaman zaman Dany'ye kaptırırsa hiç şaşırmasın. Son olarak yoğun zihinsel problemleri olduğu aşikar olan Engin Baytar'ı Galatasaray formasına hiç yakıştıramadığım bilinsin isterim. 

Beşiktaş Bursaspor karşısında önceki üç hafta uyguladığı presi birkaç seviye yukarı çıkararak beklenenden çok daha rahat bir maç kazandı. Top Bursa'dayken o kadar yoğun bir baskı yaptılar ki Oğuzhan bile bu baskıya dayanamayıp sakatlandı. Serdar Kurtuluş'un bölgesinde yedi kere savunma hamlesi yapan Gökhan'dan 22. dakikada rakip sahadaki bir topu dört Antalyaspor pası boyunca kovalayıp kazanan Fernandes'e kadar bütün orta saha oyuncuları ve kanatlar savunmayı kaleden 60-70 metre önde başlattılar. Veli'nin yerinde oynayan Atiba toplu ve topsuz oyunda o kadar iyiydi ki yazının konusunu Atiba'ya çevirmemek için maçtaki icraatlarını özetleyen bir albüm yapmak zorunda kaldım. Atiba-Fernandes-Oğuzhan ile başlanan ilk maç bu üçlünün en az Velili üçlü kadar işlevsel olduğunu gösterdi. Lig başındaki onbire göre Veli'nin yerinde oynamış olan Oğuzhan'ın pres iştahı da bu üçlünün işlemesinde çok önemliydi. İkinci yarının başında Civelli'ye aut çizgisinin üstünde pres yapıp faul yapmamaya özen göstermesi akılda kalan bir kareydi. Pres başarısını bir yere koyacak olursak ısrarla topa sahip olmak isteyen bir takıma Ramon gibi pas oyununa katılabilen bir bek gelmesi çok isabetli olmuş; yanlız Brezilyalı'nın kart konusunda uyarılması lazım. 40. dakikadaki kart ilk sarısı olduğu için kendini şanslı sayabilir.

İlk dört haftadaki rakipleri Beşiktaş'ın herhangi bir zaafını ortaya çıkaramadı. Bursaspor maçına kadar rakipleri Beşiktaş'ın ceza sahasından sadece yedi şut atabildiler. Aybaba dönemine kıyasla temposundan ödün vermeyip şeklini koruma kategorisinde büyük gelişim gösteren takımda bireysel anlamda tek sırıtan oyuncunun Olcay olduğunu söyleyebiliriz. Olcay çok garip bir oyuncu ve hakkında bağlayıcı bir yorum yapmadan önce iki kere düşünmek gerekiyor. Aynı dakika içinde bile öyle birbiriyle çelişen kalitede hareketler yapabiliyor ki insan yazmakta olduğunu ya da söylediğini bitiremeden değiştirmek zorunda kalıyor. Maçtaki çalışkanlığı ve asisti çok hoş ama doksanıncı dakikada neredeyse Batalla'nın yapamadığı asisti yapıyordu Bursa adına. Karşı karşıya kaçırma hastalığı apayrı zaten. Maç içindeki istikrarsızlığı şaşırtıcı ölçüde olsa da Olcay neticede milli takım oyuncusu ve bu da Beşiktaş'ın form durumunu özetleyen bir detay.

Derbi öncesi en büyük bilinmeyenlerden biri Beşiktaş'ın bu sezon ilk kez kendi seviyesinde bir takımla oynarken neler yapacağı. Trabzon'u ilk hafta karambolünde aradan çıkaran, ardından Erciyes ve Antep'i rahat geçip Bursa'yı Belluschisiz yakalayan siyah beyazlılar şimdiye dek kendilerini çok zorlayan bir durumla karşılaşmadı. "Şampiyon Mayıs'ta belli olur"u okuyanlar bu konuda bir saplantım olduğunu düşünebilir ama bu hafta da Şamil ve Murat'ın performansları gerçekten içler acısıydı. Buna rağmen savunmada takım halinde hareket edebilmeleri, hücumda Fernandes bağımlılığından uzaklaşmış olmaları ilk ciddi maçları öncesinde umut vadediyor. Son şampiyonun ise Fatih Terim - Ünal Aysal satrancından saha içine odaklanması için vakit geldi de geçiyor. 4-2-3-1 ile Real Madrid'den sökülecek puan(lar) ve bir Beşiktaş galibiyeti Galatasaray'a uzun zamandır ihtiyacı olan soluğu aldırabilir. Madrid maçından alacakları neticenin çok etki edeceği derbide gol yemedikleri her dakika Olimpiyat'taki taraftar baskısının Beşiktaş'ı zorlamasına neden olacaktır. Ayrıca Melo-Selçuk-Sneijder seviyesindeki bir üçlünün geride kalan rakipler kadar kolay Beşiktaş'a teslim olmayacağını tahmin etmek çok zor değil.

Son olarak..yazıyla tamamen alakasız ama Dortmund maçını izlerken şu şekilde topla buluşma ve (sanırsam) ikili mücadele istatistiğinin verildiğine tanık oldum. Seyir zevkini törpülemeyen aksine ona klas katan bu uygulamanın Türkiye'de de kullanılmaması için hiçbir sebep yok.

Wednesday, September 11, 2013

Hollanda maçı epik olabilir.

Dünkü Romanya galibiyetiyle Türkiye'nin 2014 Dünya Kupası'na katılma şansı devam etti. Diğer gruplarda alınan skorlardan sonra ikinciler arasındaki durum şu şekilde:




İkincilerin puan tablosuna dair üç not var.
1 - Grubunu birinci bitirme ihtimali olan takım
2 - Grubunu üçüncü ya da daha kötü bitirme ihtimali olan takım
3 - Altıncı takım değişebilir.

Üçüncü not matematiksel olarak notun yazdığı bütün gruplar için geçerli ancak gerçekçi olarak bunun olabileceği gruplar Lüksemburg'un Azerbaycan'ın sadece bir puan üstünde olduğu F grubu ve Makedonya'nın Galler'ın bir puan üstünde olduğu A grubu. 

Tablodaki oynanmış maç sayısı sütununa bakacak olursak Yunanistan, İzlanda, Ukrayna ve Macaristan'ın grubundaki sonuncu takımlarla yapacakları maçlar olduğunu görüyoruz. Bunlardan gelen puanları hanelerine yazdıramayacaklar. Bizim gibi Bulgaristan da iki grup sonuncusuyla iki maç yapmış ve bu iki maç haricinde yedi puan toplamış. Ermenistan deplasmanına gidiyor, son maçı da içeride Çek Cumhuriyetiyle. 

Durum şu: Hollanda'nın evinde Macaristan'a yenilmemesi haricinde kaderimizi kendimiz çizeceğiz. Estonya ve Hollanda'dan sadece birer gol fark atarak altı puan getirip bu tabloya koyan Türkiye en kötü ihtimalle +2 averajla Bulgaristan ile puan puana olacak. Böyle bir durumda Bulgaristan'ın averajı önemli. Bulgaristan Ermenistan deplasmanı ve Çek Cumhuriyeti ile içerde oynayacağı maçlardan ikiden fazla averaj toplarsa bizim birer gollü galibiyetlerimizin önüne geçmiş olur. Hem puan hem averaj hem gol eşit olursa ne olur bilmiyorum ama öyle birşey olma ihtimali de epey düşük.

Estonya'da averaj işini bitirirsek Kadıköy'de galibiyetimizin büyük ihtimalle play-off anlamına geldiği tarihi bir maça çıkarız. Hedef bu olmalı. Bence yapabiliriz.

Monday, September 9, 2013

Türkiye Felaket Fabrikası Vol.2 : Bükreş'e siyaset sokmak

Hayatımda hiç gitmediğim Bükreş ismini ilk öğrendiğim olmasa da ilk duyduğum yabancı şehir. Bunu beş altı yaşlarındayken her cumartesi ve pazar sabahı vahiyle emredilmişçesine çizgi film kuşakları başlamadan önce izlediğim, öpülesi ellerce BETA tip kasede kaydedilmiş bir konser vidyosuna borçluyum. Michael Jackson'ın 1992 Dangerous dünya turnesi Bükreş konseri. En büyük eğlencemdi herhalde dansının taklidini yapmak. Nasıl bir insansa artık konserinde beş on dakikada bir fenalık geçiren bir kızın dışarı taşınması gerekiyordu. Ağlayan insanlar görüp buna bir türlü anlam veremiyordum.  O zamanki adıyla Lia Manoliu Stadyumu'nu dolduran onbinlerce insanın ellerindeki Bucureşti yazılı pankartları görüp "Bücür! Bücür! ehehehei" diye delirirken bunun Bükreş demek olduğunu ögrenmeme daha birkaç yıl vardı. Şimdi o konserin yapıldığı stadın yerinde 2011 yılında hizmete açılan, UEFA'nın elit stadyum olarak kabul ettiği Arena Nationala var. Tarihi konserlerin verilmeye devam ettiği ama asıl Macaristan'ın iki gün önce darmadağan olduğu dik tribünlü bir arena. Biz de o arenaya Romanya'yı yenmeye gidiyoruz.

Bizim Andora'yı yenerek bulduğumuz moral neyse Romanya onun hayli fazlasını deplasmanda yendiği ikincilik adayını evinde ağırlamadan önce diğer direkt rakibini sahadan silerek buldu. Kalan maçlarının içeride Andora ve deplasmanda Estonya ile olmasından ötürü galibiyete bizim kadar muhtaç değiller. Sahaya bakarsak Macaristan savunmacılarına Stancu, Marica ve Bourceanu önderliğinde uyguladıkları ve iki gol doğuran hücum presi gerçekten korkutucuydu. Çift yönlü orta saha oyuncularına ve topu dikine götürebilen tekniği yüksek kanat hücumcularına sahipler. Bu yüzden de lig takımı olmayan ve 20 Nisan'dan beri ilk kez Macaristan'a karşı resmi maça çıkan Marica gol sayısında birinci ama skora katkıda bulunmuş dokuz Rumen daha var. Stoper olarak oynayan ve transfer sezonunun sonlarına doğru oyun kurma becerilerini farkeden Tottenham'ın transfer ettiği kaptan Vlad Chiriches Macaristan'a uyguladıkları hücum presinin kendilerine karşı kullanılmasını engelliyor. Geri hattı sahanın ortasına çıkarabilmeleri sayesinde en etkileyici örneğini ilk Hollanda maçında 2-0 geriye düştükten sonra verdikleri gibi kesitler halinde rakibi domine edebiliyorlar. 

Takımın şu ana kadar açıkça ortaya çıkan en büyük zaafı Hollanda maçlarında başlarına bela olan Jeremain Lens ve Narsingh tarzı hareketli ve çalımcı forvetlerle baş edecek kadar çabuk bir savunmaya sahip olmamaları. Bu yüzden Arda'nın ateşlenip seruma bağlanması için daha kötü bir zaman olamazdı herhalde. Aynı durumdaki Gökhan Gönül de önündeki Gökhan ile rakibin sol tarafını kilitleyen bir kombo oluşturuyordu. Bu ikilinin yokluğunda Romanya'nın yavaşlığına zulmetme görevine Töre hariç birinin daha el atması gerekiyor ki kadrodaki diğer tek kanat hücumcusu da Olcay. Eğer Olcay oynayacaksa dörtlü orta sahadan vazgeçilmesi iyi olabilir. Çünkü Olcay Arda gibi bir savunma bilgisine sahip değildir ve tempo dikte edemez. Bu durumda iyileştiğini varsaydığım Selçuk Nuri'nin yerine Topal ile beraber oynar, azalan bir santrfor yerine de Hakan veya Oğuzhan hatta öne geçersek Alper tercih edilebilir. En iyi ihtimalle Arda ve Gökhan iyileşir ve çalıştığına dair en azından bir maçlık kanıt olan dizilişi tekrar ederiz.

İlk onbirdeki en üst seviye iki oyuncusu yatak döşek olan Fatih Terim şapkadan tavşan çıkarmakla meşgul oladursun, görevi Türk futboluna hizmet etmek olan Emre Alkın gibi bazı Türkiye Felaket Fabrikası üyeleri artık içimden yazmak gelmeyen yığınla rezaletten ötürü istifa etmek yerine şimdiden beş on yıl sonrasını planlıyorlar. Spora siyaset sokulmasın diye ses kıstıranlar önce bir şunu açıklarlarsa memnun olurum: Sizin felaketten başka birşey yaratamadığınız anlaşıldı da Başbakan'a bağlı bir Futbol Bakanlığı mı kuruldu bizim haberimiz olmayan? Teknik direktörü o getiriyor, kalmasına o sıcak bakıyor, Futbol Bakanlığı da kararları ve planları halkla paylaşıyor, sistem buna mı dönüştü? Teknik direktörün kafasını kurcalamak adına açıklama yapmak için en önemli maçın hemen öncesini, Galatasaray başkanının da sözleşme uzatmak istiyoruz demesini bekleyecek kadar planlı programlı mıydınız siz? Fatih Terim devam etmezse bakanlık kimi düşünüyor söyleyin bari de Yılmaz Vural rahat etsin.  

İşte böyle bir ortamda maça çıkıyor takım. Bir tarafta altmış yılda ikinci kez dünya kupasına gidebilmek için yırtınıp duran bir takım öbür tarafta bunu daha imkansız hale getirmek için olağanüstü yaratıcılıkla binbir yol üreten bir TFF. Ama bu tür tezatlara artık alışmış olmalıyız. Bu federasyonun futbola hizmet ettiğini öne sürmesi Fatih Altaylı'nın yazılarını "Nasıl adam oluruz?" diye bitirmesi gibi birşey neticede. 

Friday, September 6, 2013

Uzun garip bir yol

2012/13 sezonunda Süper Lig'de yeralan takımların uzun pas tercih etme eğilimlerindeki farkı incelemeden önce izlediğim maçlardan ve takımlar hakkında yapılan yorumlardan edindiğim bir takım izlenimler vardı. Örneğin geçen sezon Galatasaray, Fenerbahçe ve Eskişehirspor ayağa kısa pasları tercih etmiş ve önceliği topa sahip olmaya vermişti. Antalyaspor, Karabükspor, Belediye ve Beşiktaş gibi bazı takımlar ise dikine ve uzun toplarla rakip kaleye hızlı bir şekilde gitmeyi hedef edinmişti. Diğer takımların çoğu ile ilgili çok net bir fikrim yoktu. Bir de 90+ programlarından birinde Metin Tekin'in Mersin İdman Yurdu hakkında "haddinden fazla" kısa pas yapmaya çalıştığı ve pas kalitesi yüksek oyunculara sahip olmadığı için bu yaklaşımın ters teptiği şeklinde bir yorumunu hatırlıyordum. Sally ve Anderson'un "The Numbers Game" kitabındaki İngiltere Premiyer Ligi 2010/11 sezonu verileri de aklımın bir köşesindeydi. Uzun pasla oynama yüzdesi düşük olan takımların sıralamanın üstünde olma ihtimalinin daha fazla olduğunu tahmin ediyordum.

Aşağı yukarı bu öngörülerle ve Matchstudy'den edindiğim istatistiklerle takımların geçtiğimiz sezon genelindeki uzun top kullanma eğilimlerinin topladıkları puanla olan ilişkisini ve maçtan maça bu eğilimlerin gösterdiği değişkenliği incelemeye koyuldum. Menzili 30 metreden fazla olan pasların sadece isabetli olanlarını değil hepsini hesaba katarak incelediğimizde ortaya çıkan tabloya bir bakalım:


Zayıf ama en azından negatif bir korelasyon
Yukarıdaki grafiğin en önemli ve hayalkıran özelliği ortaya çıkan, daha ziyade çıkamayan, korelasyon. Geçen sezonu baz alan ve bir tahmin oyunu oynayan (kuvvetle muhtemel ki birbirinden başka da arkadaşı olmayan) iki arkadaştan biri diğerine herhangi bir takım seçip uzun pasla oynama sırasını söylese diğeri de puan tablosundaki sırasını bilmeye çalışsa oyun çok geçmeden başlarken olduğundan yirmi sekiz kat daha sıkıcı olurdu. Hal böyle olunca bize kalan tek seçenek uzun pas - puan ilişkilerini biraz da sezona dair anımsadıklarımızla birleştirip takımların özelinde yorumlamak. Metin Tekin'in Mersin hakkındaki yorumunu, Galatasaray ve Eskişehir'in kısa pas takımları olduğunu ve Belediye'nin uzun topla kontra atak peşinde koştuğu izlenimlerini doğrulayan bir görüntü var. Naçizane öngörülerime kıyasla Fenerbahçe'nin daha sık, Karabükspor, Antalyaspor ve özellikle Beşiktaş'ın daha nadir uzun topla oynadığını görebiliyoruz. Lig sonuncusunun uzun pas - puan paritesi kadar şaşırtıcı olan ve beklentileri paramparça eden bir diğer bulgu da Trabzonspor'un ligin en az uzun pasla oynayan takımı olmasına karşın kendine ta dokuzuncu sırada yer bulabilmesi. Belediye, Akhisar ve Trabzonspor'u ayırırsak ligdeki bütün takımların yaklaşık yüzde ikilik bir uzun pas tercih etme bandında kümelendiğine de dikkat etmek lazım.

Ligdeki ekiplerin sezon ortalamaları ve puanları ilişkisinde durum böyle. Asıl dikkat çeken ise takımların gösterdiği uzun pas eğilimlerinin haftadan haftaya tutarsızlığı:


Kırmızı çizgi sezon ortalamasıdır. Yaklaşık %8.4
İkinci grafikte takımların isimlerinin altındaki noktalar sezon ortalamalarına denk gelirken noktalardan aşağı ve yukarı çıkan çizgiler ortalamaların bir standart sapma üstüne ve altına uzanıyor. Buna göre maçtan maça uzun pas eğiliminde en az farklılık gösteren takımların Galatasaray, Trabzonspor ve Fenerbahçe olduğundan, Orduspor'un herhangi bir hafta nasıl pas tercihleri yapacağını tahmin etmenin imkansızlığından ve diğer on dört takımın pas eğilimlerinin neredeyse eşit oranda değişkenlik gösterdiğinden söz edebiliriz. Yani takımların çoğu iki çeşit pastan birini diğerine tercih eden bir taktiğe sadık kalmamış ve/veya kalamamış. Takım özellerinde konuşmak gerekirse Trabzonspor ligin pas tercihleri konusundaki istikrar abidesi olmuş; faydası tartışılır ama standart sapmaları dahilinde bile lig ortalamasından fazla ölçüde uzun pastan kaçınmış. Bu durumun tam tersini sergilemeye çok yaklaşan iki takım var. Biri en sonunda küme düşerek özellikle üç büyük takım taraftarına derin bir oh çektiren Belediye, diğeri Gekas'ın destansı performansıyla lige tutunan Akhisar. 

Bu iki tabloyu bir arada değerlendirince ortaya çıkan kaotik durum düşündürücü. Ligimizde ne üst düzey takımların ayağa pasa dayalı oyunu diğer takımlardan çok daha fazla uyguladığını (%2 bandını hatırlayın) ne de takımların tutarlı bir taktik çerçevesinde sezonu götürdüğünü görebiliyoruz. Bunu siz teknik direktör değişikliklerine yorun, ben oyuncuların istenilenleri sahada uygulama kabiliyetine yorayım. Ama şu kesin ki geçtiğimiz sezon itibariyle uzun pastan kaçınma endekslerinin gösterge niteliği çok ama çok zayıf kalmış.

Henüz takımların sadece üçer maç yaptığı yeni sezonda görüntünün ne şekilde değiştiğini anlamak için birkaç ay daha sabretmemiz gerekecek. Biliyorum sabırsızlıktan kaşıntılarınız başlayacak ama söz, istatistiksiz kalmayacaksınız.


Tuesday, September 3, 2013

Şampiyon Mayıs'ta belli olur

Demirören döneminde kimi camianın çocuğu kimi de hocaların hocası diye birbirinin peşi sıra getirilip birbirinden çirkin şekilde kovulan teknik direktörlerden hiçbirinin benzemediği bir teknik direktöre, gerek yaş ortalaması gerek teknik kapasitesi ve potansiyeli itibariyle heyecan veren bi kadroya ve ileri görüşlü, kültürlü, dürüst ve samimi bir sportif direktöre sahip olan yeni bir Beşiktaş var. Ligdeki ilk üç maçını kazanarak 2007/08 sezonundan beri bir ilki başaran bu yeni takımın en tehlikeli rakibi ise ne Istanbul'un diğer büyükleri, ne federasyon (çünkü federasyon başta aklın ve mantığın olmakla beraber kendine futbol takımı diyen herşeyin rakibi) ne hakemler ne de stadsızlık...Beşiktaş en büyük sınavı eski Beşiktaş'ın gölgesinden kurtulmakta verecek.

Son on sekiz sezonda sadece üç kere şampiyon olmuş takımın kalıcı başarı özlemi o kadar yoğun ki dokunabilirsiniz nerdeyse. Taraftarlar artık stad, gelir, transfer, şampiyonluk, Avrupa karnesi ve derbi galibiyeti gibi kıstaslarda domine edilmeyi bertaraf edebilecek bir Beşiktaş istiyorlar. Bundan doğal birşey olamaz. Ancak hem taraftarların hem de aktif olarak görev yaparak ya da kamuoyunu yönlendirerek kulübe etkide bulunanların basiretli ve sakin olması lazım. Açık konuşmak gerekirse bu cümlenin ikinci kısmının muhattapları Önder Özen haricindeki BJK yöneticileri ve spor medyası bireyleridir. Bir ay önce Beşiktaş'ın hazırlık maçlarındaki endişe verici performansına bakıp felaket tellallığı yapmak ne kadar yanlıştıysa, geride kalan beş resmi maça bakıp rahmetli Bob Ross edasıyla bir Mayıs 2014 tablosu çizmek de o kadar yanıltıcıdır. Futbol sıkça söylenenin aksine bir sanat olmaktan epey uzak olduğu için herkes görmek istediğini, hayal ettiğini değil olan biteni görmek zorunda.


Kupamızı altın sarısı mı yapalım ne dersiniz? Belki şurada da bir stad vardır.

Takımın kendini yenerek aldığı bir mağlubiyet ve dört galibiyetle sonuçlanan beş maçındaki rakipleri şunlardı:

  • Ne oynamaya çalıştığını kimsenin çözemediği, Zokorasız ama Colmanlı, Halil'i gönderip Batuhan'a artık şans değil sadece maaş vermeyi kabul etmiş bir Trabzonspor
  • Lige yeni çıkmış, neredeyse yirmi yeni futbolcuyla kadro oluşturmaya çalışan bir Kayseri Erciyesspor
  • Kulübesinde kaleci hariç dört futbolcusu olan ve maça Cenk ve Medunjanin dışında tamamen savunmacılardan kurulu bir kadroyla başlayan bir Gaziantepsor
  • Norveç liginde 13. sırada bulunan, kadrosundaki oyuncuların toplam piyasa değerinin zorlarsanız belki bir Fernandes ettiği Tromso IL.

Beşiktaş bu dört yüz elliden fazla dakikanın büyük çoğunluğunda topu ve oyun üstünlüğünü rakibine vermedi. Yeri geldi hatalar yaptı ama bunlardan ya maç içinde döndü ya da bir sonrakine kadar ders çıkardı. Netice itibariyle ligde üç haftada puan kaybı yaşamadı, en çok gol atan iki takımdan biri, en az gol yiyen ikinci takım oldu,  Avrupa'da da yargılanma süresinin izin verdiği kadar ilerledi. Bunun üzerine medyada bir Beşiktaş'ı övme furyası başladı. Yıldız değil denilenlerin beş maçlık istatistiklere dayanılarak tekrar gökyüzüne çıkarılması, takımın bir anda şampiyonluğun en büyük adayı ilan edilmesi mesela. Bir sakin olun daha otuz bir hafta var. Güntekin Onay'ın 100% Futbol'da heyecan ve keyif patlamasından neredeyse titreyecek raddeye gelmesi, başkanın stad daha yıkılmamışken rakiplerin önüne geçme ve dünya takımı olma vaatleri vermesi ne kadar zamansız!

Kimse üç hafta sonunda Gaziantep'in sonuncu, Erciyes'in sondan ikinci, Trabzonspor'un da sondan dördüncü olduğundan bahsetmiyor. Hadi Antep'in BJK ve GS maçları atlatmış olmasını mazere kabul edelim. İlk onbirde başlaması Sivok ile çok iyi anlaşmasına bağlanan ama sadece Franco'nun henüz kendisini kesecek duruma gelmemesinden oynayan Escude'nin rakibin attığı her uzun topta ne kadar yavaş ve yumuşak olduğunu söylemek kimsenin aklına gelmiyor. Almeida gol atamadan geçirdiği her dakika daha da suratsızlaşacak, Eneramo'yu henüz kimse bilmiyor, Mustafa'da anlamsız bir heyecan ve maceraperestlik var. Ama takım birbirinden zavallı futbol fukaralıklarına karşı gol atmayı becerdiği için forvette sıkıntı yok! Hücumdaki diğer iki oyuncusundan biri topu ayağından çıkarmayı henüz öğrenememiş, ötekinin top rakibe geçtiği zaman nerede duracağıyla ilgili korkunç eksiklikleri var, ama Kartal'ın kanatları maşallah, tıkır tıkır! Son maçın tek hakimi Beşiktaş ama Turgut Doğan Şahin ve Muhammet Demir oyuna girince işleri yolunda gitmeyen Beşiktaş değil! Herkesin en hayran kaldığı adam da icraatını yapabilmesi için topun rakipte olması gereken Veli Kavlak. 

Önceki yazılarımı okuyanlar diyebilirler ki "Amma salladın bu adama!" Tamam Veli hakikaten Antep maçında resmen orta sahanın nerede başladığını belirleyen adamdı. Evet Beşiktaş tanınmayacak derecede kompakt ve ısrarla basit pas yapmaya çalışan bir takım. Bu kadar kısa zamanda düzeltilmesi beklenmeyen telaş, gol yemek, kontrolü kaybetmek gibi sorunlar ortadan kalkmış gibi. Kalkmış mı gerçekten onu beşinci hafta göreceğiz. Sol bek işini bilmiyorum ama eğer o sorunu da giderebilirse Beşiktaş'ın önü gerçekten çok açık. Ama hepsi bu! Önü açık. 11 puan farktan şampiyonluk kaptıran takımın da önünde de yola paralel vaziyette TIR yoktu yani. Sorunları ortadan kaldırmanın ve açık yolda ilerlemenin anahtarlığına üzerinde disiplin, sabır, gerçekçilik ve basiret yazan anahtarlar takılı.

Başta takımın başkanı olmak üzere bütün Beşiktaşlılar sükunete ve icraata bakmaya yönelmeli.  Yönetim asıl görevi olan Demirören'den hesap sorma işine odaklansın, taraftar da geçmişin gölgesinden silkinmeye başlamışken hevesinin sabırsızlığa dönüşmesine, gözünün boyanmasına ve özlenen günlerin daha da ertelenmesine izin vermesin.

Sunday, September 1, 2013

2012/13 sezonunun şut bazlı performans göstergeleri

Takip etmeye çalıştığım ve genellikle futbol istatistiklerine yer veren blog ve sitelerde son zamanlarda sıkça rastladığım iki terim var: Shot Dominance (SDom) ve Total Shot Ratio (TSR). SDom bir takımın rakiplerine sağladığı şut sayısı üstünlüğünün sayısal değeri. TSR ise bir takımın çektiği şutların toplam şut sayısına göre oranı. Örneğin bir maçta Juventus 20 şut, rakibi Milan da 10 şut çekmişse Juventus'un o maç için SDom'u 2 olurken TSR'si de 20/30 yani 0.667 olur. İstatistik meraklıları da farketmiş olacaklar ki özellikle İngiltere Premiyer Ligi için bu istatistik son zamanlarda pek çok yazıya konu oluyor ve performans analizi ve beklentilerini desteklemek için kullanılıyor. 

2012/13 Premiyer Ligi'nin takım puanları ve Benjamin Pugsley'nin Bitter and Blue adlı sitesinden edindiğim TSR lerinin ilişkileri incelendiğinde ortaya çıkan tablo şu: (Chrome kullanıcılarının grafiklere bakarken için hover zoom extension'unu kullanmalarını tavsiye ederim. Bildiğimiz zoom ve Solid-Eye da iş görür)


Sol üstte görüleceği üzere 12/13 sezonunda vasatın biraz üstü bir korelasyon (R2) var. Ancak Martin Eastwood'un verilerine göre bu rakam son on yıl baz alındığında 0.68.

Bu grafiğe bakınca gözler hemen sürüden en ayrı olan noktaya, Manchester United'a gidiyor. Oynadıkları 38 maçta atılan şutlara hükmetme becerileri Newcastle'ınkinden hallice ve Southampton'ınkinden kötü. Ama puanları herkesinkiden fazla. Şampiyon olmalarını bir yana koyarsak, bu kıstas baz alındığı zaman ligdeki diğer takımların hepsinden daha verimli hücum ettiklerini ve ortalamadan bayağı bir daha iyi puan aldıklarını söyleyebiliriz. Topa sahip olmak ve şut sayılarını domine etmenin ilişkili olduğunu varsayarak, Sunderland, Stoke ve Aston Villa gibi takımların topu rakibe bırakıp "Al kardeşim sen takıl, şutunu da at. Ben puanıma bakarım" yaklaşımında ligde varlıklarını sürdürmeye yetecek kadar aşama katettiklerini ancak Reading'in, belki de gücü yetmediğinden, bu konuda ipin ucunu kaçırdığını varsayıcak kadar da hadsizleşebiliriz. Bu teorileri destekleyecek ya da çürütecek bir dolu analiz daha yapılabilir, ki işin güzelliği bu, ancak ben burada yapmayacağım...

...ve konuyu Türkiye'ye getireceğim. Matchstudy TR sağolsun, geçen sezonki bütün maçların şut paylaşımları merak edenler için mevcut. 2012/13 sezonunda Türkiye'de puan - TSR ilişkisi nasılmış bunu inceledim. Ortaya şu çıktı:



Korelasyonu zayıf bir ilişki bizimkisi ama napalım, sevdik bi kere.

Burada da hemen ligin birincisi ve sonuncusunun ortalamadan uzaktaki performansları göze çarpıyor. Galatasaray aşağı yukarı Eskişehirspor kadar şut üstünlüğü sağladığı sezonda bunu puana yansıtmayı herkesden daha iyi başararak ipi göğüslemiş. Öte yandan Mersin İdman Yurdu şutlarını dağa taşa vurmuş olacak ki Nobre'nin veteranlığı da ligde kalmalarına yetmemiş. Herkesin bir Gekas'ı yok malesef. Sadece sekiz maçta rakiplerinden fazla şut çeken Elazığspor ise bu konuda ligin en kötüsü olmasına rağmen bu sezon tekrar Türkiye'nin en üst liginde yer almayı garantilemiş.

Dikkat edecek olursanız (grafiklerin altındakileri okuduysanız yani) ligimizin geçen sezonunda ortaya çıkan puan - TSR ilişkisinin korelasyonu İngiltere Ligi'ndekine göre yaklaşık %40 daha zayıf. Bu sadece TSR rakamlarına bakarak müneccimliğe soyunmanın çok da akıllıca olmadığını ifade etmekle beraber yeni teoriler üretmemize de önayak olabilir. Premiyer Lig'deki takımlar daha mı iyi şut çekiyor? Yoksa girdikleri pozisyonlar daha mı kaliteli? Belki ikisinin de payı vardır. Belki de bazı kaleciler pasaj misali geleni geçeni almıştır. Daha detaylı analiz yapmadan bunlar hakkında söylediklerimiz tahminin ötesine geçmez. Ancak şu açık ki Premiyer Lig'deki üst düzey takımlar sezon genelinde hem daha yüksek TSR tutturmuşlar, yani büyüklüklerinin hakkını ligimizdekilere göre şut sayısı bazında daha iyi vermişler, hem de şut üstünlüklerini puana çevirmekte daha becerili olmuşlar.

Sırf şut çekmekle olsaydı Avustralya Futbolu'nda (Avustralya ligi değil, Australian Rules Football diye bir çılgınlık) olduğu gibi bütün oyuncular her yerden abanırdı. Tabelayı değiştirmek için meşin yuvarlağı üç direğin arasına sokmak gerektiğini biliyoruz. Ama ben "bir ben var benden içeri" diyerekten bunu bilmediğimi varsaydım, ve kaleyi bulan şut dominasyonunun (SDom'un kaleyi bulan şutlar baz alınarak yapılanı) elde edilen puanla olan ilişkisini inceledim.

Yine korelasyona dikkat çekerek iç bayacağım, ama cidden önemli.

Bir önceki tabloyla bunu kıyaslarsak birkaç sonuç daha çıkarabiliriz. Mesela Beşiktaş "kaleyi bulan şut benden sorulur" demiş ama kaleciler cengaver kesildiği için (Samet Hoca'nın yalancısıyım) işler aynı oranda rast gitmemiş. TSR tablosunda birbirlerine çok yakın duran Gençlerbirliği, Antep, Antalya, Akhisar ve Kasımpaşa arasında da kimin kim olduğu kabak gibi ortaya çıkmış. Elazığ, Galatasaray ve Mersin bildiğimiz gibi. Tabi ki en önemli bulgu korelasyonlar arasındaki fark. Kaleyi bulan bir şut herhangi bir şuttan yaklaşık bir buçuk kat daha "anlamlı". Bu da sadece şut çekmekten çok kaliteli ayaklara sahip olmanın ve kaleye yaklaşıp çerçeveyi tutturma ihtimalini artırmanın gereğini ortaya koymakla beraber "kaleyi gören vursun" taktiğinin, tabi varsa öyle bir taktik, acizliğini rakamlara döküyor. Şüpheniz vardıysa da artık olmasın.


***

2000-2001 sezonunda Aberdeen'in teknik direktörü Ebbe Skovdahl Norveçli forvet Arild Stavrum'un hocasıydı. Sezon sonunda çakal bir gazetecinin sorduğu

"Stavrum bu sezon Larsson'dan daha isabetli şut çekti, yoksa ligin en iyi santrforu aslında sizde mi?" 

sorusuna verdiği cevap daha sonra Sir ve İmparator tarafından da kullanılacak kadar efsanedir:

"İstatistik mini etek gibidir. Sana fikir verirler ama en önemli şeyi gizlerler."

Her ne kadar devamında "Ama Arild de çok iyi topçu, aman ha" gibilerinden toparlamaya çalışmışsa da ilk cümleden sonrasını kimsenin kaale aldığını sanmıyorum. (Hele Stavrum Beşiktaş'ta oynadıktan sonra hiç sanmıyorum)

İstatistiklere bakmak her zaman çok çekici olmayabilir. Keza mini eteğe bakmanın çekiciliği de kimin giydiğiyle pek yakından alakalıdır. Böyle düşününce Skovdahl'ın lafındaki dehaya daha bir hayran kalıyorum. 


***

İleride pas tercihlerinin 2012/13 sezonundaki puan performanslarına nasıl etki ettiğini incelemeyi planlıyorum. Bu ve bunun gibi bazı ilişkilere bakarak ve Skovdahl'ı unutmayarak 13/14 sezonu bitince oluşacak rakamlarla bir kıyaslama yapabilir ve takımların ne konuda gelişim gösterdiğine ya da gerilediğine bakarak tarifi zor keyifler almak mümkün olabilir.

Wednesday, August 28, 2013

Rakamsız kıymetler

Defansta veya defansın önünde yer alan futbolcuların rakibi durdurmaya verdikleri katkıyı açıklamak için sıkça kullanılan iki istatistik tackle yani rakibe müdahale ve interception yani pas arasıdır. Bu iki istatistiğin ortak özelliği ikisinin de vuku bulması için gerekenin topun rakipte olmasıdır. Ancak pas arasının aksine bir oyuncunun yaptığı müdahale sayısının çokluğu o oyuncunun savunma katkısının üstünlüğünü yansıtmayabilir. Savunma aksiyonlarının istatistiklere yansımayan, rakamlara dökülmesi pek mümkün olmayan bazı değerlerini anlatmak için Chris Anderson ve David Sally "The Numbers Game" adlı kitaplarında Maldini'nin Milan'daki efsane döneminde yaklaşık iki maçta bir müdahale yaptığına değinirken oyuncuyu da havlamayan bir köpeğe benzetiyorlar. 

Bunu en iyi bilenlerden biri kuşkusuz Manchester United'ın efsane teknik direktörü. 2001 Ağustos'unda Alex Ferguson şaşırtıcı bir karar alarak Jaap Stam'ı Lazio'ya satmış, gerekçe olarak da Hollandalı stoperin giderek azalan rakibe müdahale rakamlarını görmüştü. Halbuki Stam rakibin ataklarının gelişimini doğru pozisyon alarak engellemeyi bilen bir oyuncuydu. Bu yüzden çok fazla müdahalede bulunmak zorunda kalmıyordu. Yerine tranfer edilen Laurent Blanc ile başladığı 2001-02 sezonunda United şampiyon olduğu bir önceki sezondan 14 fazla golü kalesinde gördü (31-45) ve sezonu üçüncü bitirebildi. Ancak 2002-03 sezonunda daha sonra takımın efsanelerinden olacak Rio Ferdinand'in Leeds'den transferiyle ligde maç başına yenen gol sayısı tekrar birin altına indirilebilmişti. Ferguson yıllar sonra Stam'ın yapmak zorunda kalmadığı müdahalelerin kıymetini anlamış olacak ki onu göndermenin kupalarla dolu kariyerindeki en büyük hata olduğunu açıklamıştı.




Son haftalarda Beşiktaş'taki değişimden ve takımdaki oturmuşluk ve olgunluktan bahsedilirken pek çok yorumcu ve yazar tarafından Veli-Atiba uyumuna değiniliyor. (Atiba Hutchinson'a herkes başka birşey diyor, Haçkinsın diyenler bile var. Gelin ilk isminde anlaşalım...hem daha güzel geliyor kulağa) Atiba'nın çift yönlülüğu Veli'nin ise mücadeleciliği övülüyor. Kanadalı ile ilgili söylenenlere katılmamak zor. Takıma gelir gelmez topla en çok buluşan iki oyuncudan biri oldu (diğeri Fernandes) ve topsuzken de top ayağındayken olduğu kadar maçın içinde. Tedbiri elden bırakmayan bir oyuncu profili çizse de topu sahanın her yerine dağıtabiliyor. En önemlisi Fernandes'e üçüncü bölgeye gidilirken mümkün olduğunca yaklaşarak basit pas imkanı sunmaya çalışıyor.

Veli'ye gelince... 

Doğrusu Deli İbo'dan beri bu kadar özverili, enerjisi bitmeyen, tekmeye kafa sokan bir Beşiktaşlı hatırlamıyorum. Maçlar daha uzun olsa eminim çok daha kıymetli bir futbolcu olurdu. Eleştirilebilecek yanları da var tabi. Topu ileriye oynamadaki becerisinin kısıtlılığı ve iki ayak hakimiyetinin de vasat olması bunlardan başlıcaları. Ancak bence en önemli eksikliği pozisyon alma bilgisinin zayıf olması. Bu eksiklik de Veli'nin yapmak zorunda kaldığı müdahale ve faul sayısıyla doğru orantılı. Örneğin ligdeki iki maçta Veli altı kere faul yaparken kendisi gibi 180 dakika sahada kalan Atiba sadece iki faul yapmış. Aynı zaman diliminde rakibin ataklarını durdurma sayısında da oyunu kendisininkinden çok daha sade gözüken Atiba'nın gerisinde kaldığı görülüyor: Atiba 14 - Veli 5. (Bu istatistikleri sitelerinde paylaştıkları için Hasan Gören ve Matchstudy TR ekibine teşekkür ederim. Umarım yakın zamanda defansif hareketler kategorisine rakibe müdahale ve pas arası istatistiklerini de eklerler.)

Bu fark iki oyuncunun oyunu okuma ve doğru yerde doğru anda durabilme özelliklerinden kaynaklanıyor. Atiba Veli'den beş yaş büyük ve ciddi bir Hollanda deneyimine sahip. Bunlar mutlaka aralarındaki gözle görünür farka etki ediyordur. Veli'nin koşu miktarı ve kalitesi dengesini kaliteden yana artırmaya ihtiyacı var. Kendisi de büyük ihtimalle bu eksikliğini biliyordur, bilmiyorsa da kendisine ısrarla anlatılmalıdır. Eğer farkındalık kalitesini artırırsa hem rakibe daha az müdahalede bulunmak zorunda kalacak, hem çift yönlü oyun için gereken vizyona erişecek, hem de resimdeki gibi fecaatlere çok daha az maruz kalacaktır:




Veli'nin noksanlarını ve yazının başında belirttiğim gibi defansif aksiyonların topun rakipte olmasını gerektirdiğini göz önünde bulundurursak hali hazırda Oğuzhan'ın ilk onbirde çıkmasının önemini daha iyi anlayabiliriz. Üç orta sahalı dizilişte topun rakibe geçmesini engellemenin en efektif yolu iyi pas yapan ayaklara sahip olmaktır. Hele bunlardan bir tanesi iyi savunma yapabiliyor (Atiba), bir tanesi oyun kurabiliyor (Fernandes) diğeri de bitirici pas vermeyi biliyorsa (Oğuzhan) ideal bir üçlüye oldukça yaklaşmışsınız demektir. Ayrıca topu kaptırmadığınız ölçüde yapmanız gereken savunma dolayısıyla da topa basan ve oradan oraya koşturan bir oyuncuya ihtiyacınız azalacaktır. Oğuzhan'ın Veli'nin yerine oyunda olduğu bir takımda beklenen hücum gücü artışından çok fazla söz etmeye gerek yok. Zira Oğuzhan son maçta sadece on dakika oyunda kalmasına rağmen sahada o ana kadar bir cesetten farksız olan Almeida'ya bile gol attırdı.  (Bu golün öncesinde pozisyon bitmek üzereyken pes etmeyip omuz omuzada ayakta kalarak topu Fernandes'e kazandıran Muhammed'e de hakkını teslim etmek gerek)


Önümüzdeki haftalarda Bilic'in rakamlara yansımayan bazı kıymetlerin farkına varıp Oğuzhan'a gelişmesi için ihtiyacı olan süreleri vereceğini düşünüyorum.

Monday, August 26, 2013

TFF (Türkiye Felaket Fabrikası) vol.1 : Galatasaray ve Fenerbahçe'nin diziliş sorunları

TFF'nin Haziran 2012'de açıkladığı 6+0+4 planı sadece önerilen kurala değil yabancı oyuncuya salt sayı üzerinden (kalite kriteri olmaksızın) bir sınırlama getirilmesine bile karşı olan kulüpleri de barındıran on yedi Kulüpler Birliği üyesinin "En azından 6+2+2 yi bozmayın" bazlı görüşlerine rağmen geri çekilmedi ve yürürlüğe girdi. Yıllık ücretleri milyon Eurolar olan oyuncuları tribünde maç izlemeye mecbur eden bu saçmasapan kuralın etkileri ve kadrolara nasıl şekil verdiği her maçın ardından konuşulmakta. (Belki de kadroların şeklini nasıl bozduğunu desek daha doğru olur.) Gelin önümüzdeki sezon ilk 18 ve tribünde bulundurulabilecek yabancı sayısını birer daha azaltmayı öngören yabancı kontenjanı planının bu sezondan nasıl büyük bir kaosa yol açmaya başladığına son şampiyonun ve bu uygulamaya yaz başında itirazı olmayan tek takımın penceresinden bakalım.

Galatasaray

Aslında Galatasaray'ın kadro karmaşasını tam olarak anlayabilmek için 2012/13 sezonun devre arasını hatırlamak gerekiyor. Drogba ve Sneijder transferleri her ne kadar bu yazının konusu olmasa da Galatasaray yönetimi ve Fatih Terim arasındaki (varsayılan) uçurumun sık sık konuşulmasına sebep olmuştu. Terim istese de istemese de artık forma sattıran, bilet aldıran, maç izlettiren, takımdan söz ettiren ve tabi maç da kazandıracaklarından şüphe duyulmayan iki dünya yıldızına sahipti. Bir şekilde bu iki oyuncuyu ilk on bire sokmak ve takımı bir buçuk sezondur başarıya götüren 4-4-2 dizilişini en azından maçlara başlarken terk etmek zorunda kalmıştı. "Aysal ile küsler, araları açık, Terim bırakacak" derken, sancılı geçen birkaç haftadan sonra Galatasaray şampiyon olmak için gereken takım kimyasını oturttu. Sneijder, Drogba, Amrabat ve Eboue'nin kulübe - on bir arasında gidip geldiği dört ay sonunda Şampiyonlar Ligi'nde varılan çeyrek final ve ligde korunan şampiyonluk sıfatı sorunların üzerine perde çekti.

Geçen sezonun ikinci devresindeki kaosun büyümesine bir nebze engel olan ve maç içinde diziliş değişikliğinin oyuncu kalitesinden ödün verilmeden yapılmasına olanak kılan yedi ve sekizinci yabancıları kulübede bulundurma imkanı Terim'in elinde bu sezon yok. Belki aynı sebepten henüz sol bek ya da kanat oyuncusu transferi de yapılamadı. Netice olarak bu sezon oyunu kanatlara yaymayı iki şekilde deneyebilir Galatasaray. Birincisi Eboue'nin ve Hakan Balta'nın bindirmeleri. Bu ilk haftaki Antep maçında skor 2-0 olana kadar özellikle Hakan tarafından başarıyla sağlandı. Bekleri daha muhafazakar kullanmak gerekiyorsa oyunu Burak, Drogba ve Sneijder'in alan paylaşımı ve gezginlikleri üzerinden üçüncü bölgeye yaymak zorundalar. Çünkü Terim beklerden hücum verimi alamıyorsa Sneijder ya da Drogba'yı çıkarıp oyuna yabancı kanat adamı sokamaz.

Bugünkü Bursa maçında bu çok baş ağrıttı. Alan paylaşımı hesaplarında Burak ve Sneijder'in birbirlerinin bölgelerine daldıklarını ve dolayısıyla hem birbirlerini hem de Drogba'yı oyundan düşürebildiklerini gördük. Tezat o ki Galatasaray'ın gol pozisyonunun gelişiminde bu sorunu örnekleyen bir kare var. 





Burak ve Sneijder'in ortayı doldurduğunu gören Drogba kendini kanada atmış ama Şener'in arkasına değil ortaya doğru koşuyor. Burak kendini gollük pozisyona sokacak pasa hazırlıyor. Sneijder ise Hamit'in driplingini sürdürmesiyle oyundan düşüyor. Bu sorunu resmeden benzer karelerdeki en önemli etkenlerden birisi Burak'ın topla kanatta buluşmayı hiç sevmemesi ve (bahsi geçen pozisyonun aksine) top almak için orta alana yardımcı olmak istediğinde de bunu Sneijder'in etkili olduğu bölge üzerinden yapmaya meyilli olması. Bursa maçının özelinde konuşmak gerekirse belki de Drogba'ya top şişirerek ve ikinci toplara basarak (Önder Özen bunu geçen sezon bir 90+ programında "Drogba'ya at Drogba'ya git" diye adlandırmıştı) Galatasaray bu alan paylaşımı karmaşasını bir ölçüde atlatmış olurdu.


Galatasaray'ın hücum dizilişi

     

Tabi ki Bursa maçında kaybedilen iki puan sadece bu argümanlarla açıklanamaz. Ama Galatasaray'ın yukarıdaki gibi kaotik bir görüntü çizmeden hücum edebilmek için zaman zaman ihtiyaç duyduğu yabancı alternatiflerini kulübede bir B planı çerçevesinde bulunduramaması TFF'nin çıkardığı kuralın doğurduğu bir sonuç ve kurala olan tepkilerini haklı çıkarıyor. 

Fenerbahçe

Kanarya'nın durumu çok daha karışık ve saçma. Bir kulüp kendini nasıl bu kadar baltalar anlamak çok güç. Gelişmeleri şöyle maddelere dağıtırsak belki daha....her neyse:
  • Sezon öncesinde on yedi kulüp 6+2+2 uygulamasına geri dönülmesi için diretirken Fenerbahçe onlara katılmadı. 
  • Yobo, Meireles, Cristian, Kuyt, Krasic, Sow ve Webo'yu barındıran kadroya Emenike, Kadlec, Holmen ve Alves eklendi. 
  • Tescilli oyuncu sayısını izin verilen rakama indirmek için de Stoch PAOK'a kiralandı. 
  • Oynanan altı resmi maçta iki galibiyet, üç mağlubiyet ve bir beraberlik alındı.
  • Süper Kupa bir numaralı rakibe kaptırıldı, Şampiyonlar Ligi hayal oldu.


Şimdi lafı 6+0+4 ün Fenerbahçe'yi nasıl bozduğuna getirmeden önce edilmesi gereken bir iki kelam var. Bu kuralın tek destekleyicisi olan bir takım Sow ve Webo'nun olduğu yere en yatkın olduğu oyun Fenerbahçe'nin kadrosuna hiç uygun olmayan kontra atak olan ve kanatta oynayamayan Emenike'yi niye transfer eder? Ligde ve mevcut kadrosunda delici ve golcü kanat kıtlığı varken neden Krasic değil de Stoch'u başka takıma kiralar? Sprinter ve hücumcu bir bek olmayan Kadlec hali hazırdaki kural çerçevesinde Hasan Ali'den ne kadar daha iyidir?

Bu soruların biz ölümlülerin anlamadığı gizemli bir yanıtı olduğunu varsayıp takımın geldiği duruma bakalım. Fenerbahçe'nin geride kalan altı resmi maçının tamamında ilk on birde yer alan tek oyuncu Kuyt olmuş. Yabancı sınırıyla değeri 9 milyon Euro'ya şişmiş Alper resmi maçlardaki 540 dakikanın neredeyse yarısında forma giymemiş. Hücum hattında Emenike ve Sow'dan verim alınacak bir düzen bir türlü kurulamamış. Takım tarihinde üçüncü kez 2-0 dan maç vermiş. Ve bütün bunlar olurken Ersun Yanal'ın formsuz bir yabancısının yerine alabileceği ya da sistemi çift forvete değiştirmek için kullanabileceği yabancılar tribünde. Ne Krasic'i sokup Sow'u forvete alabiliyor, ne de horgörülen ama Meireles'in şu halinden kat kat faydalı olacak (lisansı elbet birgün çıkacak olan) Holmen'i orta sahaya. 

Eskişehir maçında Alper sol kanatta başladı. Merkezde oynamaya alışık olduğu için kendini sürekli Selçuk'un önüne attı ve olan Caner'in savunmaya çalıştığı sol kanada oldu. Sahaya çıkan kadronun yanlışlığı bir yana, tribünde oturmak zorunda kalan yabancılardan herhangi ikisi olsaydı Ersun Yanal'ın eli çok daha kuvvetli olmaz mıydı? Bitik Raul'un yerine Alper'i çekip, Caner'i sol öne alıp arkaya Kadlec'i alamaz mıydı? Ya da Cristian ve Sow'u aynı anda oyuna alıp baklava 4-4-2 oynayamaz mıydı? Holmen'in box-to-box özelliklerini Kuyt'tan başka hangi yabancı oyuncu sağlayabiliyor? 



Fenerbahçe'nin Kadlec-Egemen-Alves-Gökhan'dan kurulu bir savunmanın önüne Mehmet Topal/Alper ve Holmen'i koyup, kalan dört pozisyondaki oyuncuları 4-4-2 yi tamamlayacak şekilde Kuyt, Webo, Sow, Emenike, Mehmet Topuz, Caner ve hatta Krasic yedilisinden seçip, duruma göre kulübeden sahadaki on birin dışında kalmış iki kaliteli yabancıyla takviye yapabileceği bir senaryoda daha zayıf olacağanı düşünen var mı? Bugüne kadarki hatalı transfeler harici bir güç tarafından yapılmış olsa ve 6+0+4 hala tartışılıyor olsa, kaliteli dört forvet oyuncusundan maksimum verimi almak adına hangi Fenerbahçeli kulübesinde iki yabancı daha oturtabilmek istemez? Bir futbol takımının yöneticileri başarılı sayılabilecek bir sezondan sonra işbaşı yapan bir teknik direktöre biraz daha rahat çalışabileceği, denemelerini daha güvenle yapabileceği ve gerektiğinde Türk futbolculardan daha iyi oldukları için transfer edildikleri varsayılan yabancı futbolculardan ikisinin daha elinin altında olduğu bir ortam teslim etmek istemez mi? 
....

Durumu anlamak nereden bakarsak bakalım imkansız. Öyle ki yazının Fenerbahçe kısmını beş kere yazsam beşinde de değişik birşeye değinebilirim. Futbolla bu blogu okuyacak kadar ilgelenen kimsenin yabancı sınırının milli takıma veya oyuncu yetişmesine faydalı olacağını düşünmediğinden emin olduğum için o çukura burnumu hiç sokmayacağım. Ama sanırım kulübede iki yabancı bulunduramamanın günümüz Türkiyesi'nde şampiyonluğa ve Avrupa'da yarı finallere göz dikmiş bir takımın işine gelmesinin mümkün olmadığını anlatmanın pek çok yolu var.