Monday, September 16, 2013

Olimpiyat yapamadık, olimpiyatta derbi yapalım

Önümüzdeki hafta ligin ilk Istanbul derbisi Beşiktaş'ın sahasında oynanacak. İlk dört haftada Beşiktaş'ın puan kaybetmemiş olması maçı Galatasaray için çok daha önemli kılıyor. Beşiktaş'a yenilirse beşinci haftada dokuz puan gerisine düşeceğini bilen sarı-kırmızılılar hafta içi bir de Real Madrid savaşı vermek zorunda. Fatih Terim öğrencilerini bir spaya falan götürse harika bir kıyak geçmiş olur zira stresli biten bir haftadan çok daha stresli bir haftaya giriyorlar.

Galatasaray evinde Antalyaspor'a bir puan vermek zorunda kaldı ve dört maçta üçüncü beraberliğini aldı. Yorgun Selçuk, Sneijder, Muslera ve formsuz Hamit'in yokluğunda Emre, Engin, Eray ve Amrabat ilk onbirdeydi. Galatasaray özellikle ilk yarıda Antalya'nın golüne kadar ve ikinci yarının hemen hemen tamamında oyunu rakip alana yıktı. Maç boyunca Galatasaray'ın çektiği yirmisi ceza sahası içinden olan yirmi beş şuta Antalyaspor sadece beş ceza sahası içi şutuyla karşılık verebildi. Aslında sadece altıpas civarında neredeyse on pozisyona giren Galatasaray'ın iki ya da üç gol atmamış olması çok zor açıklanabilecek bir durum. O yüzden bu beraberlikte Galatasaray'ın skor üretme sorunlarına odaklanmak pek isabetli bir yaklaşım olmaz. 

Selçuk ve Sneijdersiz Galatasary'da dikkat çeken performans seksen iki kez topla buluşarak topa neredeyse dört buçuk dakika hükmeden Melo'dan geldi. Özellikle ilk yarıda rakibin havadan uzaklaştırmaya çalıştığı topları tekte müsait arkadaşlarına indirerek Galatasaray'ın hücumlarını sürekli kılmak adına çok önemli katkılar yaptı. 24. dakikada yaptığı gibi top sürüp ardından pas vererek başlattığı hücumlar da oldu. Ancak Engin ve devre sonuna doğru Amrabat'ın üstüste top kayıpları yüzünden Melo'nun çabaları hücum üstünlüğüne pek fazla dönüşemedi. Kanatları işlemeyen ve en iyi iki pasöründen mahrum olan Galatsaray'ın Hakan Arıkan'a oyunu geciktirme sarı kartının 90+1'de çıktığı bir maçı domine etmek için Samet Aybaba'nın üçüncü stoperi oyuna almasını beklemek zorunda kalmasını çok da eleştiremem. Ama Galatasaray'ın Selçuk ve Sneijder'in olmayışıyla açıklanamayacak sorunları da yok değil.

En bas bas bağıran sorun sistem. Biri top ayağındayken hücuma neredeyse sıfır katkı sağlayabilen Burak olan çift forvetli sistem Galatasaray'ı rakiplerinden önce kendini yenmek zorunda bırakıyor. Sneijder-Drogba-Burak üçlüsünün yaşadığı üretkenlik ve paylaşım sorunlarına 25 Ağustos tarihli yazımda da değinmiştim. Takımı benden çok daha yakından takip eden @ukarakullukcu gibi bazı yazarların da önerisi olan kanatları Bruma ve Drogba'ya emanet edip hem Burak'ın hem de Sneijder'in hayatını kolaylaştırmak daha fazla vakit kaybedilmeden yapılması gereken bir değişiklik. Bruma'nın Antalyaspor'a karşı oyuna geç girmesi normal, ki otuz dakikada neredeyse Drogba'nın doksan dakikasına kıyaslanacak kadar hücum bölgesinde pas yaptı ve beni tarzıyla gerçekten etkiledi. Sneijder ve Selçuk ile birlikte oynarsa Galatasaray'ın kanat sorununun yarısını çözebilir. Kendini gelişitrmesi için sürekli oynamaya ihtiyacı olan gencin ilk onbire yerleştirilmesi de sanıldığı kadar zor olmayacak. Çünkü Eboue resmen "beni tribüne yolla" diye Fatih Terim'e yalvarıyor. Hele yirmi sekizinci dakikada Engin'in savunmaya çalıştığı sağ çizgiye orta sahadan bir gelişi var ki görüntüye girince "bi dakka?!" demek zorunda kalıyor insan. Yerine giren Sabri yaptığı dört birbirinden güzel ortayla kendini aştığı gibi takımın diğer ciddi eksikleri olan pres gücü ve hırs bakımından da güvenilir biri. Özellikle bu haftaki performansı hiç iç açıcı olmayan Semih de Antalya maçında Melo'dan sonra takımın en iyisi olan Chedjou'nun yanındaki yerini zaman zaman Dany'ye kaptırırsa hiç şaşırmasın. Son olarak yoğun zihinsel problemleri olduğu aşikar olan Engin Baytar'ı Galatasaray formasına hiç yakıştıramadığım bilinsin isterim. 

Beşiktaş Bursaspor karşısında önceki üç hafta uyguladığı presi birkaç seviye yukarı çıkararak beklenenden çok daha rahat bir maç kazandı. Top Bursa'dayken o kadar yoğun bir baskı yaptılar ki Oğuzhan bile bu baskıya dayanamayıp sakatlandı. Serdar Kurtuluş'un bölgesinde yedi kere savunma hamlesi yapan Gökhan'dan 22. dakikada rakip sahadaki bir topu dört Antalyaspor pası boyunca kovalayıp kazanan Fernandes'e kadar bütün orta saha oyuncuları ve kanatlar savunmayı kaleden 60-70 metre önde başlattılar. Veli'nin yerinde oynayan Atiba toplu ve topsuz oyunda o kadar iyiydi ki yazının konusunu Atiba'ya çevirmemek için maçtaki icraatlarını özetleyen bir albüm yapmak zorunda kaldım. Atiba-Fernandes-Oğuzhan ile başlanan ilk maç bu üçlünün en az Velili üçlü kadar işlevsel olduğunu gösterdi. Lig başındaki onbire göre Veli'nin yerinde oynamış olan Oğuzhan'ın pres iştahı da bu üçlünün işlemesinde çok önemliydi. İkinci yarının başında Civelli'ye aut çizgisinin üstünde pres yapıp faul yapmamaya özen göstermesi akılda kalan bir kareydi. Pres başarısını bir yere koyacak olursak ısrarla topa sahip olmak isteyen bir takıma Ramon gibi pas oyununa katılabilen bir bek gelmesi çok isabetli olmuş; yanlız Brezilyalı'nın kart konusunda uyarılması lazım. 40. dakikadaki kart ilk sarısı olduğu için kendini şanslı sayabilir.

İlk dört haftadaki rakipleri Beşiktaş'ın herhangi bir zaafını ortaya çıkaramadı. Bursaspor maçına kadar rakipleri Beşiktaş'ın ceza sahasından sadece yedi şut atabildiler. Aybaba dönemine kıyasla temposundan ödün vermeyip şeklini koruma kategorisinde büyük gelişim gösteren takımda bireysel anlamda tek sırıtan oyuncunun Olcay olduğunu söyleyebiliriz. Olcay çok garip bir oyuncu ve hakkında bağlayıcı bir yorum yapmadan önce iki kere düşünmek gerekiyor. Aynı dakika içinde bile öyle birbiriyle çelişen kalitede hareketler yapabiliyor ki insan yazmakta olduğunu ya da söylediğini bitiremeden değiştirmek zorunda kalıyor. Maçtaki çalışkanlığı ve asisti çok hoş ama doksanıncı dakikada neredeyse Batalla'nın yapamadığı asisti yapıyordu Bursa adına. Karşı karşıya kaçırma hastalığı apayrı zaten. Maç içindeki istikrarsızlığı şaşırtıcı ölçüde olsa da Olcay neticede milli takım oyuncusu ve bu da Beşiktaş'ın form durumunu özetleyen bir detay.

Derbi öncesi en büyük bilinmeyenlerden biri Beşiktaş'ın bu sezon ilk kez kendi seviyesinde bir takımla oynarken neler yapacağı. Trabzon'u ilk hafta karambolünde aradan çıkaran, ardından Erciyes ve Antep'i rahat geçip Bursa'yı Belluschisiz yakalayan siyah beyazlılar şimdiye dek kendilerini çok zorlayan bir durumla karşılaşmadı. "Şampiyon Mayıs'ta belli olur"u okuyanlar bu konuda bir saplantım olduğunu düşünebilir ama bu hafta da Şamil ve Murat'ın performansları gerçekten içler acısıydı. Buna rağmen savunmada takım halinde hareket edebilmeleri, hücumda Fernandes bağımlılığından uzaklaşmış olmaları ilk ciddi maçları öncesinde umut vadediyor. Son şampiyonun ise Fatih Terim - Ünal Aysal satrancından saha içine odaklanması için vakit geldi de geçiyor. 4-2-3-1 ile Real Madrid'den sökülecek puan(lar) ve bir Beşiktaş galibiyeti Galatasaray'a uzun zamandır ihtiyacı olan soluğu aldırabilir. Madrid maçından alacakları neticenin çok etki edeceği derbide gol yemedikleri her dakika Olimpiyat'taki taraftar baskısının Beşiktaş'ı zorlamasına neden olacaktır. Ayrıca Melo-Selçuk-Sneijder seviyesindeki bir üçlünün geride kalan rakipler kadar kolay Beşiktaş'a teslim olmayacağını tahmin etmek çok zor değil.

Son olarak..yazıyla tamamen alakasız ama Dortmund maçını izlerken şu şekilde topla buluşma ve (sanırsam) ikili mücadele istatistiğinin verildiğine tanık oldum. Seyir zevkini törpülemeyen aksine ona klas katan bu uygulamanın Türkiye'de de kullanılmaması için hiçbir sebep yok.

Wednesday, September 11, 2013

Hollanda maçı epik olabilir.

Dünkü Romanya galibiyetiyle Türkiye'nin 2014 Dünya Kupası'na katılma şansı devam etti. Diğer gruplarda alınan skorlardan sonra ikinciler arasındaki durum şu şekilde:




İkincilerin puan tablosuna dair üç not var.
1 - Grubunu birinci bitirme ihtimali olan takım
2 - Grubunu üçüncü ya da daha kötü bitirme ihtimali olan takım
3 - Altıncı takım değişebilir.

Üçüncü not matematiksel olarak notun yazdığı bütün gruplar için geçerli ancak gerçekçi olarak bunun olabileceği gruplar Lüksemburg'un Azerbaycan'ın sadece bir puan üstünde olduğu F grubu ve Makedonya'nın Galler'ın bir puan üstünde olduğu A grubu. 

Tablodaki oynanmış maç sayısı sütununa bakacak olursak Yunanistan, İzlanda, Ukrayna ve Macaristan'ın grubundaki sonuncu takımlarla yapacakları maçlar olduğunu görüyoruz. Bunlardan gelen puanları hanelerine yazdıramayacaklar. Bizim gibi Bulgaristan da iki grup sonuncusuyla iki maç yapmış ve bu iki maç haricinde yedi puan toplamış. Ermenistan deplasmanına gidiyor, son maçı da içeride Çek Cumhuriyetiyle. 

Durum şu: Hollanda'nın evinde Macaristan'a yenilmemesi haricinde kaderimizi kendimiz çizeceğiz. Estonya ve Hollanda'dan sadece birer gol fark atarak altı puan getirip bu tabloya koyan Türkiye en kötü ihtimalle +2 averajla Bulgaristan ile puan puana olacak. Böyle bir durumda Bulgaristan'ın averajı önemli. Bulgaristan Ermenistan deplasmanı ve Çek Cumhuriyeti ile içerde oynayacağı maçlardan ikiden fazla averaj toplarsa bizim birer gollü galibiyetlerimizin önüne geçmiş olur. Hem puan hem averaj hem gol eşit olursa ne olur bilmiyorum ama öyle birşey olma ihtimali de epey düşük.

Estonya'da averaj işini bitirirsek Kadıköy'de galibiyetimizin büyük ihtimalle play-off anlamına geldiği tarihi bir maça çıkarız. Hedef bu olmalı. Bence yapabiliriz.

Monday, September 9, 2013

Türkiye Felaket Fabrikası Vol.2 : Bükreş'e siyaset sokmak

Hayatımda hiç gitmediğim Bükreş ismini ilk öğrendiğim olmasa da ilk duyduğum yabancı şehir. Bunu beş altı yaşlarındayken her cumartesi ve pazar sabahı vahiyle emredilmişçesine çizgi film kuşakları başlamadan önce izlediğim, öpülesi ellerce BETA tip kasede kaydedilmiş bir konser vidyosuna borçluyum. Michael Jackson'ın 1992 Dangerous dünya turnesi Bükreş konseri. En büyük eğlencemdi herhalde dansının taklidini yapmak. Nasıl bir insansa artık konserinde beş on dakikada bir fenalık geçiren bir kızın dışarı taşınması gerekiyordu. Ağlayan insanlar görüp buna bir türlü anlam veremiyordum.  O zamanki adıyla Lia Manoliu Stadyumu'nu dolduran onbinlerce insanın ellerindeki Bucureşti yazılı pankartları görüp "Bücür! Bücür! ehehehei" diye delirirken bunun Bükreş demek olduğunu ögrenmeme daha birkaç yıl vardı. Şimdi o konserin yapıldığı stadın yerinde 2011 yılında hizmete açılan, UEFA'nın elit stadyum olarak kabul ettiği Arena Nationala var. Tarihi konserlerin verilmeye devam ettiği ama asıl Macaristan'ın iki gün önce darmadağan olduğu dik tribünlü bir arena. Biz de o arenaya Romanya'yı yenmeye gidiyoruz.

Bizim Andora'yı yenerek bulduğumuz moral neyse Romanya onun hayli fazlasını deplasmanda yendiği ikincilik adayını evinde ağırlamadan önce diğer direkt rakibini sahadan silerek buldu. Kalan maçlarının içeride Andora ve deplasmanda Estonya ile olmasından ötürü galibiyete bizim kadar muhtaç değiller. Sahaya bakarsak Macaristan savunmacılarına Stancu, Marica ve Bourceanu önderliğinde uyguladıkları ve iki gol doğuran hücum presi gerçekten korkutucuydu. Çift yönlü orta saha oyuncularına ve topu dikine götürebilen tekniği yüksek kanat hücumcularına sahipler. Bu yüzden de lig takımı olmayan ve 20 Nisan'dan beri ilk kez Macaristan'a karşı resmi maça çıkan Marica gol sayısında birinci ama skora katkıda bulunmuş dokuz Rumen daha var. Stoper olarak oynayan ve transfer sezonunun sonlarına doğru oyun kurma becerilerini farkeden Tottenham'ın transfer ettiği kaptan Vlad Chiriches Macaristan'a uyguladıkları hücum presinin kendilerine karşı kullanılmasını engelliyor. Geri hattı sahanın ortasına çıkarabilmeleri sayesinde en etkileyici örneğini ilk Hollanda maçında 2-0 geriye düştükten sonra verdikleri gibi kesitler halinde rakibi domine edebiliyorlar. 

Takımın şu ana kadar açıkça ortaya çıkan en büyük zaafı Hollanda maçlarında başlarına bela olan Jeremain Lens ve Narsingh tarzı hareketli ve çalımcı forvetlerle baş edecek kadar çabuk bir savunmaya sahip olmamaları. Bu yüzden Arda'nın ateşlenip seruma bağlanması için daha kötü bir zaman olamazdı herhalde. Aynı durumdaki Gökhan Gönül de önündeki Gökhan ile rakibin sol tarafını kilitleyen bir kombo oluşturuyordu. Bu ikilinin yokluğunda Romanya'nın yavaşlığına zulmetme görevine Töre hariç birinin daha el atması gerekiyor ki kadrodaki diğer tek kanat hücumcusu da Olcay. Eğer Olcay oynayacaksa dörtlü orta sahadan vazgeçilmesi iyi olabilir. Çünkü Olcay Arda gibi bir savunma bilgisine sahip değildir ve tempo dikte edemez. Bu durumda iyileştiğini varsaydığım Selçuk Nuri'nin yerine Topal ile beraber oynar, azalan bir santrfor yerine de Hakan veya Oğuzhan hatta öne geçersek Alper tercih edilebilir. En iyi ihtimalle Arda ve Gökhan iyileşir ve çalıştığına dair en azından bir maçlık kanıt olan dizilişi tekrar ederiz.

İlk onbirdeki en üst seviye iki oyuncusu yatak döşek olan Fatih Terim şapkadan tavşan çıkarmakla meşgul oladursun, görevi Türk futboluna hizmet etmek olan Emre Alkın gibi bazı Türkiye Felaket Fabrikası üyeleri artık içimden yazmak gelmeyen yığınla rezaletten ötürü istifa etmek yerine şimdiden beş on yıl sonrasını planlıyorlar. Spora siyaset sokulmasın diye ses kıstıranlar önce bir şunu açıklarlarsa memnun olurum: Sizin felaketten başka birşey yaratamadığınız anlaşıldı da Başbakan'a bağlı bir Futbol Bakanlığı mı kuruldu bizim haberimiz olmayan? Teknik direktörü o getiriyor, kalmasına o sıcak bakıyor, Futbol Bakanlığı da kararları ve planları halkla paylaşıyor, sistem buna mı dönüştü? Teknik direktörün kafasını kurcalamak adına açıklama yapmak için en önemli maçın hemen öncesini, Galatasaray başkanının da sözleşme uzatmak istiyoruz demesini bekleyecek kadar planlı programlı mıydınız siz? Fatih Terim devam etmezse bakanlık kimi düşünüyor söyleyin bari de Yılmaz Vural rahat etsin.  

İşte böyle bir ortamda maça çıkıyor takım. Bir tarafta altmış yılda ikinci kez dünya kupasına gidebilmek için yırtınıp duran bir takım öbür tarafta bunu daha imkansız hale getirmek için olağanüstü yaratıcılıkla binbir yol üreten bir TFF. Ama bu tür tezatlara artık alışmış olmalıyız. Bu federasyonun futbola hizmet ettiğini öne sürmesi Fatih Altaylı'nın yazılarını "Nasıl adam oluruz?" diye bitirmesi gibi birşey neticede. 

Friday, September 6, 2013

Uzun garip bir yol

2012/13 sezonunda Süper Lig'de yeralan takımların uzun pas tercih etme eğilimlerindeki farkı incelemeden önce izlediğim maçlardan ve takımlar hakkında yapılan yorumlardan edindiğim bir takım izlenimler vardı. Örneğin geçen sezon Galatasaray, Fenerbahçe ve Eskişehirspor ayağa kısa pasları tercih etmiş ve önceliği topa sahip olmaya vermişti. Antalyaspor, Karabükspor, Belediye ve Beşiktaş gibi bazı takımlar ise dikine ve uzun toplarla rakip kaleye hızlı bir şekilde gitmeyi hedef edinmişti. Diğer takımların çoğu ile ilgili çok net bir fikrim yoktu. Bir de 90+ programlarından birinde Metin Tekin'in Mersin İdman Yurdu hakkında "haddinden fazla" kısa pas yapmaya çalıştığı ve pas kalitesi yüksek oyunculara sahip olmadığı için bu yaklaşımın ters teptiği şeklinde bir yorumunu hatırlıyordum. Sally ve Anderson'un "The Numbers Game" kitabındaki İngiltere Premiyer Ligi 2010/11 sezonu verileri de aklımın bir köşesindeydi. Uzun pasla oynama yüzdesi düşük olan takımların sıralamanın üstünde olma ihtimalinin daha fazla olduğunu tahmin ediyordum.

Aşağı yukarı bu öngörülerle ve Matchstudy'den edindiğim istatistiklerle takımların geçtiğimiz sezon genelindeki uzun top kullanma eğilimlerinin topladıkları puanla olan ilişkisini ve maçtan maça bu eğilimlerin gösterdiği değişkenliği incelemeye koyuldum. Menzili 30 metreden fazla olan pasların sadece isabetli olanlarını değil hepsini hesaba katarak incelediğimizde ortaya çıkan tabloya bir bakalım:


Zayıf ama en azından negatif bir korelasyon
Yukarıdaki grafiğin en önemli ve hayalkıran özelliği ortaya çıkan, daha ziyade çıkamayan, korelasyon. Geçen sezonu baz alan ve bir tahmin oyunu oynayan (kuvvetle muhtemel ki birbirinden başka da arkadaşı olmayan) iki arkadaştan biri diğerine herhangi bir takım seçip uzun pasla oynama sırasını söylese diğeri de puan tablosundaki sırasını bilmeye çalışsa oyun çok geçmeden başlarken olduğundan yirmi sekiz kat daha sıkıcı olurdu. Hal böyle olunca bize kalan tek seçenek uzun pas - puan ilişkilerini biraz da sezona dair anımsadıklarımızla birleştirip takımların özelinde yorumlamak. Metin Tekin'in Mersin hakkındaki yorumunu, Galatasaray ve Eskişehir'in kısa pas takımları olduğunu ve Belediye'nin uzun topla kontra atak peşinde koştuğu izlenimlerini doğrulayan bir görüntü var. Naçizane öngörülerime kıyasla Fenerbahçe'nin daha sık, Karabükspor, Antalyaspor ve özellikle Beşiktaş'ın daha nadir uzun topla oynadığını görebiliyoruz. Lig sonuncusunun uzun pas - puan paritesi kadar şaşırtıcı olan ve beklentileri paramparça eden bir diğer bulgu da Trabzonspor'un ligin en az uzun pasla oynayan takımı olmasına karşın kendine ta dokuzuncu sırada yer bulabilmesi. Belediye, Akhisar ve Trabzonspor'u ayırırsak ligdeki bütün takımların yaklaşık yüzde ikilik bir uzun pas tercih etme bandında kümelendiğine de dikkat etmek lazım.

Ligdeki ekiplerin sezon ortalamaları ve puanları ilişkisinde durum böyle. Asıl dikkat çeken ise takımların gösterdiği uzun pas eğilimlerinin haftadan haftaya tutarsızlığı:


Kırmızı çizgi sezon ortalamasıdır. Yaklaşık %8.4
İkinci grafikte takımların isimlerinin altındaki noktalar sezon ortalamalarına denk gelirken noktalardan aşağı ve yukarı çıkan çizgiler ortalamaların bir standart sapma üstüne ve altına uzanıyor. Buna göre maçtan maça uzun pas eğiliminde en az farklılık gösteren takımların Galatasaray, Trabzonspor ve Fenerbahçe olduğundan, Orduspor'un herhangi bir hafta nasıl pas tercihleri yapacağını tahmin etmenin imkansızlığından ve diğer on dört takımın pas eğilimlerinin neredeyse eşit oranda değişkenlik gösterdiğinden söz edebiliriz. Yani takımların çoğu iki çeşit pastan birini diğerine tercih eden bir taktiğe sadık kalmamış ve/veya kalamamış. Takım özellerinde konuşmak gerekirse Trabzonspor ligin pas tercihleri konusundaki istikrar abidesi olmuş; faydası tartışılır ama standart sapmaları dahilinde bile lig ortalamasından fazla ölçüde uzun pastan kaçınmış. Bu durumun tam tersini sergilemeye çok yaklaşan iki takım var. Biri en sonunda küme düşerek özellikle üç büyük takım taraftarına derin bir oh çektiren Belediye, diğeri Gekas'ın destansı performansıyla lige tutunan Akhisar. 

Bu iki tabloyu bir arada değerlendirince ortaya çıkan kaotik durum düşündürücü. Ligimizde ne üst düzey takımların ayağa pasa dayalı oyunu diğer takımlardan çok daha fazla uyguladığını (%2 bandını hatırlayın) ne de takımların tutarlı bir taktik çerçevesinde sezonu götürdüğünü görebiliyoruz. Bunu siz teknik direktör değişikliklerine yorun, ben oyuncuların istenilenleri sahada uygulama kabiliyetine yorayım. Ama şu kesin ki geçtiğimiz sezon itibariyle uzun pastan kaçınma endekslerinin gösterge niteliği çok ama çok zayıf kalmış.

Henüz takımların sadece üçer maç yaptığı yeni sezonda görüntünün ne şekilde değiştiğini anlamak için birkaç ay daha sabretmemiz gerekecek. Biliyorum sabırsızlıktan kaşıntılarınız başlayacak ama söz, istatistiksiz kalmayacaksınız.


Tuesday, September 3, 2013

Şampiyon Mayıs'ta belli olur

Demirören döneminde kimi camianın çocuğu kimi de hocaların hocası diye birbirinin peşi sıra getirilip birbirinden çirkin şekilde kovulan teknik direktörlerden hiçbirinin benzemediği bir teknik direktöre, gerek yaş ortalaması gerek teknik kapasitesi ve potansiyeli itibariyle heyecan veren bi kadroya ve ileri görüşlü, kültürlü, dürüst ve samimi bir sportif direktöre sahip olan yeni bir Beşiktaş var. Ligdeki ilk üç maçını kazanarak 2007/08 sezonundan beri bir ilki başaran bu yeni takımın en tehlikeli rakibi ise ne Istanbul'un diğer büyükleri, ne federasyon (çünkü federasyon başta aklın ve mantığın olmakla beraber kendine futbol takımı diyen herşeyin rakibi) ne hakemler ne de stadsızlık...Beşiktaş en büyük sınavı eski Beşiktaş'ın gölgesinden kurtulmakta verecek.

Son on sekiz sezonda sadece üç kere şampiyon olmuş takımın kalıcı başarı özlemi o kadar yoğun ki dokunabilirsiniz nerdeyse. Taraftarlar artık stad, gelir, transfer, şampiyonluk, Avrupa karnesi ve derbi galibiyeti gibi kıstaslarda domine edilmeyi bertaraf edebilecek bir Beşiktaş istiyorlar. Bundan doğal birşey olamaz. Ancak hem taraftarların hem de aktif olarak görev yaparak ya da kamuoyunu yönlendirerek kulübe etkide bulunanların basiretli ve sakin olması lazım. Açık konuşmak gerekirse bu cümlenin ikinci kısmının muhattapları Önder Özen haricindeki BJK yöneticileri ve spor medyası bireyleridir. Bir ay önce Beşiktaş'ın hazırlık maçlarındaki endişe verici performansına bakıp felaket tellallığı yapmak ne kadar yanlıştıysa, geride kalan beş resmi maça bakıp rahmetli Bob Ross edasıyla bir Mayıs 2014 tablosu çizmek de o kadar yanıltıcıdır. Futbol sıkça söylenenin aksine bir sanat olmaktan epey uzak olduğu için herkes görmek istediğini, hayal ettiğini değil olan biteni görmek zorunda.


Kupamızı altın sarısı mı yapalım ne dersiniz? Belki şurada da bir stad vardır.

Takımın kendini yenerek aldığı bir mağlubiyet ve dört galibiyetle sonuçlanan beş maçındaki rakipleri şunlardı:

  • Ne oynamaya çalıştığını kimsenin çözemediği, Zokorasız ama Colmanlı, Halil'i gönderip Batuhan'a artık şans değil sadece maaş vermeyi kabul etmiş bir Trabzonspor
  • Lige yeni çıkmış, neredeyse yirmi yeni futbolcuyla kadro oluşturmaya çalışan bir Kayseri Erciyesspor
  • Kulübesinde kaleci hariç dört futbolcusu olan ve maça Cenk ve Medunjanin dışında tamamen savunmacılardan kurulu bir kadroyla başlayan bir Gaziantepsor
  • Norveç liginde 13. sırada bulunan, kadrosundaki oyuncuların toplam piyasa değerinin zorlarsanız belki bir Fernandes ettiği Tromso IL.

Beşiktaş bu dört yüz elliden fazla dakikanın büyük çoğunluğunda topu ve oyun üstünlüğünü rakibine vermedi. Yeri geldi hatalar yaptı ama bunlardan ya maç içinde döndü ya da bir sonrakine kadar ders çıkardı. Netice itibariyle ligde üç haftada puan kaybı yaşamadı, en çok gol atan iki takımdan biri, en az gol yiyen ikinci takım oldu,  Avrupa'da da yargılanma süresinin izin verdiği kadar ilerledi. Bunun üzerine medyada bir Beşiktaş'ı övme furyası başladı. Yıldız değil denilenlerin beş maçlık istatistiklere dayanılarak tekrar gökyüzüne çıkarılması, takımın bir anda şampiyonluğun en büyük adayı ilan edilmesi mesela. Bir sakin olun daha otuz bir hafta var. Güntekin Onay'ın 100% Futbol'da heyecan ve keyif patlamasından neredeyse titreyecek raddeye gelmesi, başkanın stad daha yıkılmamışken rakiplerin önüne geçme ve dünya takımı olma vaatleri vermesi ne kadar zamansız!

Kimse üç hafta sonunda Gaziantep'in sonuncu, Erciyes'in sondan ikinci, Trabzonspor'un da sondan dördüncü olduğundan bahsetmiyor. Hadi Antep'in BJK ve GS maçları atlatmış olmasını mazere kabul edelim. İlk onbirde başlaması Sivok ile çok iyi anlaşmasına bağlanan ama sadece Franco'nun henüz kendisini kesecek duruma gelmemesinden oynayan Escude'nin rakibin attığı her uzun topta ne kadar yavaş ve yumuşak olduğunu söylemek kimsenin aklına gelmiyor. Almeida gol atamadan geçirdiği her dakika daha da suratsızlaşacak, Eneramo'yu henüz kimse bilmiyor, Mustafa'da anlamsız bir heyecan ve maceraperestlik var. Ama takım birbirinden zavallı futbol fukaralıklarına karşı gol atmayı becerdiği için forvette sıkıntı yok! Hücumdaki diğer iki oyuncusundan biri topu ayağından çıkarmayı henüz öğrenememiş, ötekinin top rakibe geçtiği zaman nerede duracağıyla ilgili korkunç eksiklikleri var, ama Kartal'ın kanatları maşallah, tıkır tıkır! Son maçın tek hakimi Beşiktaş ama Turgut Doğan Şahin ve Muhammet Demir oyuna girince işleri yolunda gitmeyen Beşiktaş değil! Herkesin en hayran kaldığı adam da icraatını yapabilmesi için topun rakipte olması gereken Veli Kavlak. 

Önceki yazılarımı okuyanlar diyebilirler ki "Amma salladın bu adama!" Tamam Veli hakikaten Antep maçında resmen orta sahanın nerede başladığını belirleyen adamdı. Evet Beşiktaş tanınmayacak derecede kompakt ve ısrarla basit pas yapmaya çalışan bir takım. Bu kadar kısa zamanda düzeltilmesi beklenmeyen telaş, gol yemek, kontrolü kaybetmek gibi sorunlar ortadan kalkmış gibi. Kalkmış mı gerçekten onu beşinci hafta göreceğiz. Sol bek işini bilmiyorum ama eğer o sorunu da giderebilirse Beşiktaş'ın önü gerçekten çok açık. Ama hepsi bu! Önü açık. 11 puan farktan şampiyonluk kaptıran takımın da önünde de yola paralel vaziyette TIR yoktu yani. Sorunları ortadan kaldırmanın ve açık yolda ilerlemenin anahtarlığına üzerinde disiplin, sabır, gerçekçilik ve basiret yazan anahtarlar takılı.

Başta takımın başkanı olmak üzere bütün Beşiktaşlılar sükunete ve icraata bakmaya yönelmeli.  Yönetim asıl görevi olan Demirören'den hesap sorma işine odaklansın, taraftar da geçmişin gölgesinden silkinmeye başlamışken hevesinin sabırsızlığa dönüşmesine, gözünün boyanmasına ve özlenen günlerin daha da ertelenmesine izin vermesin.

Sunday, September 1, 2013

2012/13 sezonunun şut bazlı performans göstergeleri

Takip etmeye çalıştığım ve genellikle futbol istatistiklerine yer veren blog ve sitelerde son zamanlarda sıkça rastladığım iki terim var: Shot Dominance (SDom) ve Total Shot Ratio (TSR). SDom bir takımın rakiplerine sağladığı şut sayısı üstünlüğünün sayısal değeri. TSR ise bir takımın çektiği şutların toplam şut sayısına göre oranı. Örneğin bir maçta Juventus 20 şut, rakibi Milan da 10 şut çekmişse Juventus'un o maç için SDom'u 2 olurken TSR'si de 20/30 yani 0.667 olur. İstatistik meraklıları da farketmiş olacaklar ki özellikle İngiltere Premiyer Ligi için bu istatistik son zamanlarda pek çok yazıya konu oluyor ve performans analizi ve beklentilerini desteklemek için kullanılıyor. 

2012/13 Premiyer Ligi'nin takım puanları ve Benjamin Pugsley'nin Bitter and Blue adlı sitesinden edindiğim TSR lerinin ilişkileri incelendiğinde ortaya çıkan tablo şu: (Chrome kullanıcılarının grafiklere bakarken için hover zoom extension'unu kullanmalarını tavsiye ederim. Bildiğimiz zoom ve Solid-Eye da iş görür)


Sol üstte görüleceği üzere 12/13 sezonunda vasatın biraz üstü bir korelasyon (R2) var. Ancak Martin Eastwood'un verilerine göre bu rakam son on yıl baz alındığında 0.68.

Bu grafiğe bakınca gözler hemen sürüden en ayrı olan noktaya, Manchester United'a gidiyor. Oynadıkları 38 maçta atılan şutlara hükmetme becerileri Newcastle'ınkinden hallice ve Southampton'ınkinden kötü. Ama puanları herkesinkiden fazla. Şampiyon olmalarını bir yana koyarsak, bu kıstas baz alındığı zaman ligdeki diğer takımların hepsinden daha verimli hücum ettiklerini ve ortalamadan bayağı bir daha iyi puan aldıklarını söyleyebiliriz. Topa sahip olmak ve şut sayılarını domine etmenin ilişkili olduğunu varsayarak, Sunderland, Stoke ve Aston Villa gibi takımların topu rakibe bırakıp "Al kardeşim sen takıl, şutunu da at. Ben puanıma bakarım" yaklaşımında ligde varlıklarını sürdürmeye yetecek kadar aşama katettiklerini ancak Reading'in, belki de gücü yetmediğinden, bu konuda ipin ucunu kaçırdığını varsayıcak kadar da hadsizleşebiliriz. Bu teorileri destekleyecek ya da çürütecek bir dolu analiz daha yapılabilir, ki işin güzelliği bu, ancak ben burada yapmayacağım...

...ve konuyu Türkiye'ye getireceğim. Matchstudy TR sağolsun, geçen sezonki bütün maçların şut paylaşımları merak edenler için mevcut. 2012/13 sezonunda Türkiye'de puan - TSR ilişkisi nasılmış bunu inceledim. Ortaya şu çıktı:



Korelasyonu zayıf bir ilişki bizimkisi ama napalım, sevdik bi kere.

Burada da hemen ligin birincisi ve sonuncusunun ortalamadan uzaktaki performansları göze çarpıyor. Galatasaray aşağı yukarı Eskişehirspor kadar şut üstünlüğü sağladığı sezonda bunu puana yansıtmayı herkesden daha iyi başararak ipi göğüslemiş. Öte yandan Mersin İdman Yurdu şutlarını dağa taşa vurmuş olacak ki Nobre'nin veteranlığı da ligde kalmalarına yetmemiş. Herkesin bir Gekas'ı yok malesef. Sadece sekiz maçta rakiplerinden fazla şut çeken Elazığspor ise bu konuda ligin en kötüsü olmasına rağmen bu sezon tekrar Türkiye'nin en üst liginde yer almayı garantilemiş.

Dikkat edecek olursanız (grafiklerin altındakileri okuduysanız yani) ligimizin geçen sezonunda ortaya çıkan puan - TSR ilişkisinin korelasyonu İngiltere Ligi'ndekine göre yaklaşık %40 daha zayıf. Bu sadece TSR rakamlarına bakarak müneccimliğe soyunmanın çok da akıllıca olmadığını ifade etmekle beraber yeni teoriler üretmemize de önayak olabilir. Premiyer Lig'deki takımlar daha mı iyi şut çekiyor? Yoksa girdikleri pozisyonlar daha mı kaliteli? Belki ikisinin de payı vardır. Belki de bazı kaleciler pasaj misali geleni geçeni almıştır. Daha detaylı analiz yapmadan bunlar hakkında söylediklerimiz tahminin ötesine geçmez. Ancak şu açık ki Premiyer Lig'deki üst düzey takımlar sezon genelinde hem daha yüksek TSR tutturmuşlar, yani büyüklüklerinin hakkını ligimizdekilere göre şut sayısı bazında daha iyi vermişler, hem de şut üstünlüklerini puana çevirmekte daha becerili olmuşlar.

Sırf şut çekmekle olsaydı Avustralya Futbolu'nda (Avustralya ligi değil, Australian Rules Football diye bir çılgınlık) olduğu gibi bütün oyuncular her yerden abanırdı. Tabelayı değiştirmek için meşin yuvarlağı üç direğin arasına sokmak gerektiğini biliyoruz. Ama ben "bir ben var benden içeri" diyerekten bunu bilmediğimi varsaydım, ve kaleyi bulan şut dominasyonunun (SDom'un kaleyi bulan şutlar baz alınarak yapılanı) elde edilen puanla olan ilişkisini inceledim.

Yine korelasyona dikkat çekerek iç bayacağım, ama cidden önemli.

Bir önceki tabloyla bunu kıyaslarsak birkaç sonuç daha çıkarabiliriz. Mesela Beşiktaş "kaleyi bulan şut benden sorulur" demiş ama kaleciler cengaver kesildiği için (Samet Hoca'nın yalancısıyım) işler aynı oranda rast gitmemiş. TSR tablosunda birbirlerine çok yakın duran Gençlerbirliği, Antep, Antalya, Akhisar ve Kasımpaşa arasında da kimin kim olduğu kabak gibi ortaya çıkmış. Elazığ, Galatasaray ve Mersin bildiğimiz gibi. Tabi ki en önemli bulgu korelasyonlar arasındaki fark. Kaleyi bulan bir şut herhangi bir şuttan yaklaşık bir buçuk kat daha "anlamlı". Bu da sadece şut çekmekten çok kaliteli ayaklara sahip olmanın ve kaleye yaklaşıp çerçeveyi tutturma ihtimalini artırmanın gereğini ortaya koymakla beraber "kaleyi gören vursun" taktiğinin, tabi varsa öyle bir taktik, acizliğini rakamlara döküyor. Şüpheniz vardıysa da artık olmasın.


***

2000-2001 sezonunda Aberdeen'in teknik direktörü Ebbe Skovdahl Norveçli forvet Arild Stavrum'un hocasıydı. Sezon sonunda çakal bir gazetecinin sorduğu

"Stavrum bu sezon Larsson'dan daha isabetli şut çekti, yoksa ligin en iyi santrforu aslında sizde mi?" 

sorusuna verdiği cevap daha sonra Sir ve İmparator tarafından da kullanılacak kadar efsanedir:

"İstatistik mini etek gibidir. Sana fikir verirler ama en önemli şeyi gizlerler."

Her ne kadar devamında "Ama Arild de çok iyi topçu, aman ha" gibilerinden toparlamaya çalışmışsa da ilk cümleden sonrasını kimsenin kaale aldığını sanmıyorum. (Hele Stavrum Beşiktaş'ta oynadıktan sonra hiç sanmıyorum)

İstatistiklere bakmak her zaman çok çekici olmayabilir. Keza mini eteğe bakmanın çekiciliği de kimin giydiğiyle pek yakından alakalıdır. Böyle düşününce Skovdahl'ın lafındaki dehaya daha bir hayran kalıyorum. 


***

İleride pas tercihlerinin 2012/13 sezonundaki puan performanslarına nasıl etki ettiğini incelemeyi planlıyorum. Bu ve bunun gibi bazı ilişkilere bakarak ve Skovdahl'ı unutmayarak 13/14 sezonu bitince oluşacak rakamlarla bir kıyaslama yapabilir ve takımların ne konuda gelişim gösterdiğine ya da gerilediğine bakarak tarifi zor keyifler almak mümkün olabilir.